Hi-Fi’nin Ufak Bir Tarihçesi Bölüm 4

Üçüncü Bölüme Ulaşmak İçin Tıklayınız

Hifi’nin Ufak bir tarihçesi yazı dizimiz hemen hemen Stereo Mecmuası’nın ilk sayısından beri devam etmekte. Geçmiş bölümleri dergimizin eski sayılarında ve/veya web sitemizde bulabilirsiniz.

Lynn Olson’un yazılarından aslına olabildiğince sadık kalmaya çalışarak tercüme edilmiştir. Kendisine buradan bir kez daha teşekkürlerimizle – Thank you Lynn.

-Nereden geliyorum?
-Nereye gidiyorum?
-Ben kimim?

Antik çağdan kalma olan bu sorular hala bizi terketmiş değiller. Ufak değişikliklerle bu soruları müziksever, odyofil, hobici veya usta-mühendis’in ilgisini çekecek şekile dönüş-türülebilir.

-Ses röprodüksiyon (sesi tekrar canlandırma) sanatı nereden geliyor?
-Bu sanat nereye gidiyor?
-Ben bu sanattan neler bekliyorum?

 

 

Fakat her zaman, ve her konuda da olduğu gibi istisnalar bulunur. Koni tipinde tiz sürücüleri haksız yere unutuldular, özellikle Peerless ve Bozak’ın imal ettikleri ¾ inçlik toz kapakçıklı 2 inçlik kağıt sürücüleri. Bu sürücüler gerçekten iyi sürücülerdir, hele zamanının yumuşak kubbeli “soft dome” tweeterlarıyla karşılaştırıldığında. 50 ve 60’lı yılların tiz sürücü kalitesine ancak 1990’lardaki 1 inçlik yumuşak kubbeli tiz sürücülerle yaklaşılabildi. Eski horn sürücüleri çok iyi olabildikleri gibi, bazıları da gerçekten kötüydü; 15kHz’in üstünü , ve yaygın bir ses dağıtımını beklememek şartıyla. Ben halen alüminyum diyaframlardan çok fenolik diyaframların sesini beğeniyorum. JBL/Altec sesine hiç bir zaman alışamamanın nedeni de bana her zaman fazla metalik gelmeleridir.

Kubbeli orta ses sürücüleri ise o zamanlar da bugün de iyi değildirler. Nedeni de yüksek distorsiyon ve bir yandan bir yana salınmalarının meydana getirdiği efekttir. (neticede bu tür sürücülerin spiders tipi süspansyon sistemleri yoktur) Eski Doğu Yakası hoparlörlerini modifiye etmenin yolu yoktur. Zira önce sürücüleri değiştirmeniz gerekir, dolayısıyla kasayı, sonra kasanın içindeki sönümleyici maddeleri, sonra da crossover’ı ve en sonunda da elinizde orijinal olarak tek firmanın logosu kalır…

Aslında değerli olan sürücüler Alnico mıknatıslı olan kağıt sürücülerdir… Gerçi Qt değerleri onları kapalı veya portlu kasa dizaynlarda kullanmaya elverişli kılmamaktadır (Qt değerleri 0.2 ile 0.38 arasında olan sürücüleri tercih etmeniz gerekir. Daha aşağısında çok yüksek F3 frekansı elde edersiniz. Daha üstünde ise kasa boyutları ve frekans eğrisi mantıksız boyutlara ulaşır.

Alnico mıknatısların günümüze dek süregelen ünü abartılı değildir. Aradaki farklar bariz ve gerçek, gerekçeleri de basittir. Tüm dinamik sürücüler belli bir frekansta endüktiftirler. Bir bas veya mid-bas sürücüsü için endüktansın önemi 300 ile 500 Hz ve üzeridir (her ne kadar 3 kHz’e kadar düz çizgisel bir cevap veriyorsa da) Ses bobini endüktansı her zaman kendini belli eder, ve etkisini audio sinyalinin yolu üzerinde seri olarak belirtir. Tabii ki bu bir demir nüve endüktörüdür ve beraberinde lineerite sorunlarını da getirir. Ferit nüveli endüktörler ise Alnico nüveli endüktörlerden bir hayli farklıdır. En iyisi herhalde, antik elektro-manyetik hoparlörlerinde kullanılan yumuşak demirdir. Ancak bu teknoloji için 1930’lu yıllara geri gitmek gerekir (veya onları ancak Japonya’da ve ateş pahasına yaptırabilirsiniz) Bir gün, belki, bakır pole piece’li ve Alnico veya elektro mıknatıslı bir sürücü görürüz. Bu sürücü 30’lu 50’li ve 90’lı yılların en iyisini tek sürücüde barındırmış olacaktır. Ama o gün gelinceye dek seçim sizlerindir. “klasik” sesi seçebilirsiniz (yüksek hassasiyet ve Alnico’nun büyüsü ile) veya düşük kolorasyonlu, yüksek teknolojili sürücülü modern sesi seçebilirsiniz.

 

 

Audio’nun altın yıllarından bu yana yapılmış olan ilerlemeler, maliyet düşürücü ve boyut ufaltıcı olmuştur. Audio kalitesi olarak pek bir ilerleme kaydedilememiştir. Gerçek dolar anlamında bugünkü elektronikler 40 önce olduklarından bir hayli daha ucuzlar. 1956’da Sears’dan Silvertone marka bir orta dalga masa radyosu almaya kalktığınızda, fiyatı o zamanın 39 dolarıydı. Aynı yıl altının onsu 35 $, Chevrolet BelAir 1295 $ ve güzel müstakil bir ev 10.000 $dı. Bugüne çevirmeye kalkarsak, bu ilkel orta dalga Silvertone radyosunun değeri 40 ile 100 $ arasına denk gelir. Herhangi biri bugün bir masa radyosuna 1000 $ öder mi? (Bang & Olufsen marka olursa belki) Bu ciddi fiyat iyileştirmelerine karşın modern elektroniklerin eskilerinden çok daha iyi olduklarını savunmak oldukça zordur. Laboratuvar analiz sonuçları daha iyi olabilir, ancak işlev gören parçaların çoğu ticari atık derecesine varacak karmaşık düzensizlikler gösteriyorlar.

Buna karşın hoparlör teknolojisinde Altın Yıllardan bu yana ciddi ilerlemeler kaydedildi. Bunu materyal teknolojisi ve model yaratma kolaylıklarıyla sağlandı. Fakat bu ilerlemeler düzenli ve düzeyli olmadı, hassasiyet genelde düşürüldü, distorsiyon halen ciddi bir sorun, maliyet savaşları da müzikal dengeleri bozdu. Bugün hala klasik dizaynda bir hoparlör seçmek akılcı olabilir. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, benim ideal seçimim her dönemim en iyi yönlerini yansıtan bir dizayn olurdu… yüksek hassasiyet, düşük intermodulasyon distorsiyonu, modern malzemelerden imal edilmiş bir sürücü ve süspansiyonu, ve ses bobinine yatkın mıknatıslar…

Bölüm II

Hifi’nin Ölüm Fermanına Yakın Bir Deney 1964-1970

60’ların son yıllarında da Hifi endüstrisi büyümeye devam etti, ancak Stereo’ya geçişten sonra ilerlemelerin hızı yavaşladı.Daha doğrusu, tranzistörün yoğunca kullanımıyla Hifi dağılmaya başladı. (Piyasa analiz grafiklerindeki düşme 1968’de başlar… “Amerikan Rüyası” da o yıllarda Kennedy’ler ve Martin Luther King’in süikastleriyle dağılır)

Ama biz Audio’nun hikayesine geri dönelim. İlk tranzistörlü amplilerde, o yıllarda henüz eşleşmiş tamamlayıcı çıkış (complementary output) transistörler henüz piyasada olmadığı için, “meşhur” tamamlayıcı çıkışı kopya eden (Quasi) şemaları kullandılar. Üstüne üstlük, o yıllarda sağlıklı çalışma alanının dışına taşmanın meydana getirdiği tehlikeler tam olarak bilinmediğinden, ilk jenerasyon transistörlü ampliler klasik tabirle solid-state güvenilirliği sınıfında (solid-state reliable) bile değillerdi. Aksine sık sık arıza yaparlar ve sesleri o kadar agresif ve keskindi ki, tüm bir jenerasyon “Doğu Yakası” hoparlörleri bu sertliği bertaraf etmek için gittikçe yumuşatıldı ve cansız bir hale getirildi.

İade edilen ürünlerin sayısı o denli artmıştı ki, Scott, Fisher, Sherwood gibi ünlü markalar ve daha birçokları kepenklerini indirirken, Marantz gibi büyük bir isim o yıllar Sony’nin ABD’de distribütörü olan Tushinsky Brothers’a satılmıştı. O yıllarda Hifi dükkanı sahibi olan birçok kişi ile görüşme olanağım oldu. ABD üretimi olan amplifikatörlerinin arıza yüzdesi kutusundan yeni çıkarılan cihazlar için %50’nin üstündeydi. Olası müşteriler cihazdan çıkan kıvılcımlar ve dumanla sonuçlanan demo’lardan doğrusu pek etkilenmiyorlardı… (Bunun geride kalmış kötü günlerin bir anısı olarak kaldığını da zannetmeyin. Az bir süre önce Ulusal bir audio dergisinin editörü ile beraber oturup müzik dinliyorduk. 15.000 $’lık transistörlü amplisi çok ani, hızlı ve dumanlar içerisinde hayata veda etmekle kalmayıp, beraberinde 22.000 $’lık hoparlörlerini de götürdü. Çok kısa bir süre içinde buharlaşan bas ünitesi ses bobininden çıkan ve flaş gibi patlayan ışığı gördüm.)

ABD’deki bu durum Pioneer, Kenwood, Sansui gibi firmalara bu piyasaya ihracat yollarını açtı. Japonlar’ın düşük maliyetli cihazlarda transistör kullanımı konusunda oldukça deneyimliydiler. (ABD’de transistör çoğunluk sadece orduda ve ölçüm aletlerinde kullanılıyordu) Japonların ürünleri oldukça dayanıklı, pahalı görünümlü, ve sıradan dergilerde iyi eleştiriler alıyorlardı (masa altından biraz nakit…) fakat en önemlisi, satıcıya %40 – %50 gibi bir kar marjı bırakıyorlardı. Japon üreticiler ABD piyasasının nasıl çalıştığını ABD’li üreticilerden daha iyi kavradılar. Amerika’ya yeni girdiklerinden peşin hükümlü değiller, piyasayı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi kabullendiler.
Finansmanları sağlam, ve düşünce yapıları ticarete yatkın olan Japonlar, Amerikadaki imalatçıların aksine, ciddi bir reklam kampanyasına giriştiler, daha önce görülmemiş Playboy gibi dergilere tam sayfa renkli reklamlar verdiler, dergi editör ve yazarlarıyla iyi ilişkiler geliştirdiler ve Special Promotional Incentive Fund SPIF (Özel promosyon teşvik fonu olarak dilimize çevrilebilir) altında binlerce satıcıya maddi katkıda bulundular. Perakende satışta çalıştığım zamanlardan hatırlarım, ve bu 1970’lerin başındaydı, gün sonunda satıcılar yaptıkları satışlardan 50 veya 100 $ gibi rakamlar kazanabiliyorlardı. Bu durum Amerikan dergileri, ürün temsilcileri, ve yerel hifi satış noktaları için sendikacı dilinde, reddedilemeyecek bir teklif olarak kabul gördü.

Geleneksel Amerikan üreticileri Japonya’dan gerçekleşen elektronik ithalatının dalgaları altında boğulurken çıkış transistörleri konusunda yapılan ilerlemeler son derece kısıtlıydı. Birbirini tamamlayıcı ve eşleşmiş PNP/NPN (veya push-pull) çıkış katlı ve direct coupling, tamamlayıcı çıkışı kopya eden çıkış katlarındaki bias ayar sorunlarını kısmen giderdi. Ancak yüksek frekanslardaki dengesizlikle termal kayıplar hala giderilememiş ve transistörlü amplilerin baş belası olmuşlardı. Solid state’te aranan güvenirlik, daha sonra dijitalle vaat edilen “perfect sound forever” ebediyet için kusursuz sese benziyordu.

Sinemalarda durum daha parlak değildi. Renkli televizyonun yaygınlaşması sinemaya giden kişilerin sayısını ciddi bir şekilde azaltmıştı. Sinema salonu sahipleri bakım maliyetleri yüksek olan 70mmlik makinelerden ve kavisli devasa ekranlardan kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Yüksek Mahkeme sinema salonlarını film stüdyolarının tekelinden çıkarmıştı ama yeni sahipleri de yatırımlarını bir an önce kara dönüştürmek için: Daha fazla popcorn satışına yöneldiler, seyirci sayısını arttırabilmek için özel seansları kaldırdılar (bir bilet ile sabahtan akşama kadar film seyretmek tarihe karışmıştı), ekran boyutlarını küçülttüler, daha az personelle çalışmaya başladılar (sendikalara üye olmaksızın) ve teknolojik olarak en kötüsü 35 mm’lik filme ve 1930’ların mono optik sesine geri dönüş yaptılar.

1960’ların sonlarında ve 1970’lerde imal edilen Eastmancolor filmlerinin kalitesinin düşük olduğunu, zamanla renklerinin birbirine karıştığını ve 20 yıl sonra neredeyse tamamen silindiğini artık biliyoruz. Arşivleme amacıyla siyah beyaz negatiflere transfer edilmemiş olan filmler artık geriye kazandırılamayacak bir durumdadırlar. Gerçi geniş ekran hissini vermek için düşük 35 mmlik bir açıklık ve düşük çözünürlükteki mono sesleriyle bu filmler yeni iken bile pek iyi değildiler. Şimdilerde TV veya sinemalarda 70’lerden kalma berbat renkli filmler izliyorsanız artık nedenini biliyorsunuz.

Gerçek high-fidelity stereo sesin ufalan multiplex sinemalara geri dönüş yapabilmesi için, ki bu da Star Wars filmlerinin başarısı sayesinde gerçekleştirildi, on yılı aşkın bir süre beklemek gerekti. (Eğer Star Wars ve arkasındaki ticari başarı olmasaydı sinemalar muhtemelen Dolby Labs’a yatırım yapmayacak ve optik mono ses ile devam edeceklerdi) Eastmancolor’un renk dengesizlikleri fark edildiğinde tüm endüstri Kodak firmasına kalitelerini yükseltmeleri için baskı yapmakla kalmayıp arşivciler de film saklama koşullarının iyileştirilmesi için endüstriye baskı yaptılar. Günümüzde 70 mm lik film oynatabilen sinemaların sayısı oldukça az olmasına karşın, halen büyük bütçeli yapımlar özel efektlerin daha gerçekçi ve etkileyici olmaları için 70 mm olarak çekilmektedirler.

Makara bant çalıcıları piyasası ise tamamen akıntıya bırakılmıştı. Düşük sinyalli transistörlerin kullanımı güç amplileri imalatçılarından çok makaralı teyp imalatçılarına yaradı. Bu teyplerde güce gerek olmadığından, ve bu cihazların elektronik devrelerinin çok karmaşık olması transistör kullanımını yaygınlaştırdı. Yine Japonların, bazıları çok kaliteli olan (Teac ve Sony gibi) bazıları da pek kaliteli olmayan makara bant çalarları, yavaşça Amerikan piyasasında yerli malı olan Ampex, Magnecord ve Viking gibi markaların yerini aldılar.

Bir araya gelmeleri olanaksız gibi görünen bir ortaklıkla Nakamichi, Dolby Labs ve Advent, Philips’in, sözlü not alma amacı ile icat ettiği ve Compact Cassette adını verdiği bantı neredeyse Hifi sayılabilecek bir formata dönüştürdüler. (bugünkü mp3’ler gibi) Dört sene içerisinde bildiğimiz kaset pek de güvenilir ve sağlam olmayan 4 ve 8 track’li sonsuz bant sistemleriyle çalışan rakiplerini piyasadan sildi. İlk kez olarak teknolojiye ilgi duymayan kitlelerin bile sahip olabilecekleri kullanımı kolay ve neredeyse kırılmaz stereo bir bant vardı. İyisi ve kötüsüyle hazır kaydedilmiş kaset satışları üst üste rekorlar kırdılar. Fiyatları ucuz, kalitesi sürüm piyasası için yeterli, kopyalanması kolay ve korsanlığa elverişli idi. Bu son özellik kaseti, zaten fazlasıyla zengin olan ülkelere telif hakkı ödemeye hiç de niyetli olmaya üçüncü dünya ülkeleri için büyük bir fırsat oldu, ancak bugün yerini CD, VCD ve DVD’ye terk etmiştir.

Gelecek sayımızda 1970 ile 1980 yıllarını konu alacak olan “Küllerden Tekrar Doğmak” bölümünde tekrar birlikte olmak dileği ile.

B.M.

Beşinci Bölüme Ulaşmak İçin Tıklayınız