Her şey hayatı daha mütevazı ve daha az karmaşık yaşamaya karar vermemizle başladı… ailecek. Yaşam kalitesinden taviz vermeden daha az tüketerek, daha küçük otomobillere binerek, daha az ayrıntıyla uğraşarak, daha çok birlikte olarak, kendimizi tüketmeden yaşamaya karar vermemizle…Biraz da uzun yıllar önce bıraktığım müziğe yeniden dönmemle. Yirmi beş yıl önce kutusuna koyup bir kenara kaldırdığım gitarıma bakım yaptırmaya gidip yepyeni bir Martin ile dönmemle, karımın yıllardır elini sürmediği kemanını tamir ettirip oğlumuzun piyanosundan yükselen notalara eşlik etmeye çalışmamızla birlikte başladı. Evin alt katındaki müzik ve ev sineması için ayrılmış odanın bizi birbirimizden ve salondaki güzel manzaradan ayrı koyduğuna da o günlerde karar verdik. On yıldır sahip olduğumuz, ama nedense son zamanlarda pek nadir dinlediğimiz sistem evin salonuna çıktı… ve hiçbir ses eskiden duyulduğu gibi gelmedi kulağımıza.
Hi-fi eleştirmeni değilim. Hayatımın belirli bir dönemininde ekmeğimi yazı yazarak kazandım, hâlâ da yazıyorum; evime girip çıkmayan high-end cihaz kalmadı; bir dönem literatürü satırı satırına takip etmişliğim oldu, ama bu konuda yazmak aklımın köşesinden bile geçmedi. Oldum olası “yalan” gelmiştir odyofil dünyası bana. Paralı oğlan çocuklarının hoparlörlerinin büyüklüğüyle, amplifikatörlerinin gücüyle, CD çalarlarının çözünürlüğüyle birbirine hava attığı, müzikten ziyade kayıt kalitesinin konuşulduğu bir oyun dünyası. Gençlik yıllarımdan beri birçok değerli müzisyenle dostluğum oldu, hiçbirinin evinde, bırakın binlerce dolarlık müzik sistemlerini, adına odyofil denebilecek herhangi cihaz bile yoktur.
Ne yalan söyleyeyim, ben de bu oyun dünyasına katıldım ara ara; ama ne zaman ki evde yeniden gerçek müzik sesleri yükselmeye başladı, işte o zaman, transistörler ruhsuz, dijital ses kaynakları sığ gelir oldu kulağıma. On yıldır sorunsuz çalışan ve Sonus Faber Amati Homage hoparlörlerimi, her frekansının hakkını vererek süren Goldmund amlifikatörümü, geçmişte lambalılarla yaşadığım bazı talihsiz deneyimlere rağmen, tövbemi bozarak lambalıyla değiştirmeye karar verdim. Böylece Audio Research Ref. 75, Ref. 5SE pre ile birlikte salondaki yerini aldı. Aldı almasına da, Amati’lerle on yıldır süren fırtınalı aşk da yavaş yavaş yerini karşılıklı hoşgörüsüzlüğe, hatta tahammülsüzlüğe bıraktı. Romansı bir yana bırakıp biraz daha teknik konuşmak gerekirse şöyle açıklayayım:
Amati Homage, kanımca serisinin en iyi hoparlörüdür. Ardından gelen Amati’lerin hiçbirisinde Homage’daki büyüyü bulamazsınız. Bu nedenle, on yıl boyunca zaman zaman bana kan kusturmasına rağmen değiştirmeyi hiç düşünmemiştim. Kan kusturmak diyorum, zira bu büyünün bir bedeli var: Doğru yerleştirmek. Ya da daha açık konuşayım; bıkmadan usanmadan milimetrelerle uğraşmak. Aşağı kattaki müzik odasının zemininde işaretlenmedik yer kalmamıştı yıllar boyunca. Hoparlörleri salona alınca bütün bu çileli süreç yeniden başladı. Alt katta boydan boya CD ve plak saklama ünitesi olarak kullandığım raflı dolap ideal bir arka duvar ortamı oluşturuyordu; ama salonda, hoparlörleri önüne yerleştirebileceğim bir duvar yoktu ve mecburen boydan boya cam olan alanı perdeyle sağırlaştırmakla işe başladım (daha önce manzarayı kapatmasın diye perde kullanmıyorduk). Arkadan üflemeli hoparlörler her zaman sorunludur. Cam önüne yerleştirildiğinde sorunlar katlanarak büyüyor tabii. Öte yandan, salondaki tavanın belirli bir açıyla yükseliyor olmasının avantaj olacağını düşünmüştüm başlangıçta, ama sonuç hiç de beklediğim gibi olmadı. Ne yaparsam yapayım basların orta bandındaki zaafı yok etmem mümkün olamıyordu. Ara sıra bu frekansları yakaladığımda da vokalleri ortalayamıyordum. Birkaç ay süren aralıklı çabalardan sonra optimum bir ayar tutturdum. Test CD’lerine göre hoparlörler doğruya yakın çalıyordu artık. Sahne ve odaklanma çok iyiydi. Adına “sweet spot” denen o meşum noktada oturunca orta baslardaki zaaf da, yok olmasa bile nispeten kabul edilebilir seviyeye oturuyordu. Her şey iyi güzel de, tek bir noktada mum gibi oturmak da nesi? Koskoca kanapede oturacak başka yer mi yok? Müziğin harmonik bütünlüğü bir kişilik mi yani bu evde? Her şeye rağmen büyü yeniden başladı diyordum ki, Eric Clapton’ın Unplugged albümünde kullandığı Martin gitarın, her bir ayrıntısını duymama rağmen Martin gibi çalmadığını fark ettim. Çok güzel bir akustik gitar tınısı, ama Martin tınısı değil. Ardından Melody Gardot’un The Absence albümünde diyaframdan, neredeyse fısıltıyla söylediği dizeler…göğüs kafesinin derin akustiğinde yoksun. Gartod’yu sahnede izlerken hayran olduğum sesindeki o dingin otorite yok ne yazık ki. Hoparlörler güzel çalıyor çalmasına da, ben odyofil değilim artık, mesele bu. Böylece Amati’lerle vedalaşmaya karar verdim.
Harbeth, Hörning, Proac Carbon ve Tannoy arasında gidip geldim bir süre. Harbeth ve Hörning’i Extreme Audio’da Ref. 75 ile dinleme imkânım oldu. İkisi de çok iyi haparlörler, ancak her ikisinin de baslarını evdeki ortamda kontrol edebileceğimden pek emin olamadım. Proac Carbon’un ise Ref. 75 ile verimli çalışacağına kanaat getiremedim bir türlü. Tannoy Kensington’ları birkaç kez Forum Audio’da VTL ile dinledim. Basları hayli zayıf geldi ilk anda kulağıma, ama o ortamda duyduğuma inanmak da gelmedi içimden. Sağolsun Remzi Devecioğlu bir gün hoparlörleri eve getirdi ve Ref. 75’e bağlayıp birlikte dinledik. Öyle ince ince ayar filan yapmadan, ölçüp biçmeden göz kararı yerleştirdik, CD çalara Lisa Ekdahl’ın When Did You Leave Heaven albümünü koydum ve…
Karım mutfaktan çıkıp geldi, bir an hoparlörlerin karşısında durdu; “Ben pek anlamam ama, çok müzikal çalıyor bunlar, hoparlör gibi değil de müzik gibi yani, kadın sesi kadın sesi gibi” deyiverdi. Amati’lerin en güçlü yanı vokallerdeki performansıdır. Ama Kensington’larda vokaller daha doygun, daha sahici. Lisa Ekdahl’ın sesi işitsel bir hologram oluşturmuyor da, etiyle, buduyla, göğüs kafesindeki harmoniklerle orada duruyor. Hemen plağa döndüm, zaten CD ile aram pek yok. Leonard Cohen’in Live in Fredericton albümünü koydum diske, Cohen bütün otoritesiyle orada. Arka vokallede biraz zaaf var gibi geldi. Hoparlörlerin ön yüzündeki yüksek frekans ayarını +1.5 db arttırdık. Kadın vokaller daha önce duymadığım tınılarıyla ortaya çıkıverdi. Baslardaki bütünlük, alt ve üst frekanslar arasındaki tüm geçişler ve hepsinden önemlisi enstrumanların tınılarındaki doygunluk ve otorite, hepsi bir bütün olarak var, hem de kanapenin tek bir noktasında değil, salonun her yerinde var. Dinlediğim Kensington’lar SE modeliydi. Remzi Bey iki ay içinde yeni çıkan GR (Gold Reference) serisinin geleceğini söyledi. Bekleyeceğimi, ama bu süre içinde hoparlörsüz kalmak istemediğimi söyleyince; “GR’ler gelene kadar SE’ler sizde kalsın, gelince yenileriyle değiştiririz” dedi ve bir çift Kensington’ım oldu.
Kensington GR’ler mart başında geldi, Remzi Bey bizzat kendisi getirip teslim etti. Kutularından birlikte çıkarıp kurduk, fotoğraflar çektik, iki model arasındaki farkları, daha doğrusu gelişmeyi karşılaştırmalı tespit ettik ve dinlemeye başladık. SE’lerle geçirdiğim kısa süre zarfında hoparlörlerin en iyi çalıştıkları yerleri belirleyip işaretler koymuştum, dolayısıyla tatmin edici bir performans almamız çok kolay oldu.
Bir yorum ekleyin