Holst’un The Planets’ini koydum pikaba; Zubin Mehta yönetiminde Los Angeles Philharmonic yorumu, Decca kaydı. Ve hafif bir şaşkınlık geçirdim. Orkestranın iki yanı hoparlörlerden dışarı doğru fırladı sanki. Klasik “yan duvarlar yokmuş gibi” deneyiminden söz etmiyorum. Yanlara ve odanın içine doğru basbayağı fırladı. Öyle ki dışarıdan bir kaynaktan, çaldığım albümle senkronize olmuş aynı müzik geliyor sandım bir an. Stein Music Harmonizer’ları odadan dışarı çıkarıp yeniden dinledim aynı pasajı. Aynı etki, sahne yüksekliği belli belirsiz azalmış olsa da yine var. Tabii 5,5 metre eni olan bir salonda gerçek bir senfoni orkestrası ölçeğinden söz etmek pek inandırıcı olmaz. Ama iş sesin cüssesine gelince, işte o zaman büyük orkestra deneyiminin tadına varıyorsunuz. Zira müziğin mekânı hoparlörlerin arkası değil, salonun her yanı oluyor. Daha doğru bir ifadeyle ses mekânda değil de, eskilerin deyimiyle “mahalde” algılanıyor. Sesin nerelere uzandığını daha iyi deneyimlemek için Pink Floyd’un Dark Side of the Moon albümünü dinlemenizi öneririm.
Birçok high-end hoparlör için kullanılan sıfatların hiçbiri uyduramadım Kensington’a. İpeksi tizler mesela. İpeksi filan değil, ne ise o. Ziller son derece agresif olabilir bazı durumlarda, özellikle de aynı anda iki zilin kenarlarına sert vurulduğu zaman. Frekanslar birbirinin içine geçer ve kulağı tırmalayan bir tür tiz titreşimler yumağı oluşur havada. Bunu islah edip kulağa hoş gelir bir yumuşaklığa büründürmek gibi bir misyonu yok Kensington’ların. Orta seslerdeki hologram etkisi, birçok yüksek sınıf haparlörde duyduğum hayaletimsi etki gibi değil; hacimli, etli butlu ve otoriter. Carmen Mc Rae’nin Billie Holiday anısına yaptığı albümün (For Lady Day, BMG) başlangıcındaki konuşmasını dinlerken tüylerim diken diken oldu ne yalan söyleyeyim. Alto kadın seslerini dinlerken anlıyorsunuz orta seslerin otoritesini; gırtlak değil, göğüs kafesinin daha önce farkına varmadığım mahrem akustik ortamıymış sesi ses yapan. Mc Rae’nin sesindeki metalsi titreşimi sevip sevmediğimden bir türlü emin olamamıştım geçmişte, ama göğüs kafesindeki harmoniklerle birleşince etkileyici oluyormuş.
Piyano, hoparlörlerin meziyetlerini ve sınırlarını anlamak için çok önemli bir test enstrumanı. Valentina Lisitsa’nın (Valentina Lisitsa Plays Liszt, Decca) Steinway’inden dökülen derin ve yansımalı tınıların ucu bucağı yok gibi. Ses titreşimleri birbirinin içine girerek çoğalıyor. Steinway’in katedralimsi akustiği bütün görkemiyle odayı kaplıyor.
En korktuğum konuyu, bas performansını en sona bıraktım. Baslarda herhangi bir zaaf hissedersem evdeki Rel Stentor II subwoofer’ı kullanırım diye düşünmüştüm, ama o kadar tatminkâr bir bas performansıyla karşılaştım ki denemeye bile teşebbüs etmedim. Ne tür müzik dinlerseniz dinleyin, bas bütün derinliğiyle ve kontrollü bir şekilde olması gerektiği yerde. Amati’ler kağıt üzerinde daha derinlere iniyor görünse bile, ben kendi evimde, en azından belirli bir dinleme noktasının dışında, hiçbir zaman umduğum etkili bası duyamadım. Kensington’larda Christy Baron’dan Night and Day’i dinlerken (I Thought About You, Chesky) akustik basın her notası tane tane duyulmakla kalmıyor, kayıt ortamındaki yansımalar tüm odayı dolduruyor. Akustik basın şaşırtıcı derecede derinlere inebilmesini, albümün kaydının St. Peter’s Episcopal Kilisesi’nde yapılmasına bağlamak gerek. Kensington’lar kayıt ortamını hiç şaşmadan taşıyor odaya. Benzeri etkileyici bir performansa Dire Strait’s’in Brothers in Arms albümününde de tanık olmak mümkün.
Bütün bu yazdıklarımdan Kensington’ların Amati’lerden daha iyi hoparlörler olduğu sonucu mu çıkmalı? Tabii ki hayır. Böyle bir iddiada bulunmam mümkün değil; bana kalırsa ev ortamında hoparlör değerlendirmesi yapan hiç kimsenin de böyle ya da aksi bir iddiada bulunması mümkün değil. Zira evdeki asıl hoparlör müzik dinlediğiniz odanın ta kendisidir. Hoparlörleriniz de odanıza nisbetle sürücü ünitelerdir; yani bir tür hoparlör içinde hoparlör. Benim evimdeki akustik ortamda Kensington’lar şahane çalıştı ve beni odyofil dünyasından tamamen koparıp müziğin duygusal dünyasıyla yeniden buluşturdu. Sahnenin ne kadar derine uzandığı, enstrumanların milimetrik yerleri, orkestranın arkalarındaki kontrabasın teline konan sineğin sesinin duyulup duyulmadığı gibi anlamsız sorulardan azat olmanın zevkini sürdürdü, sürdürmeye devam ediyor. İşin en güzel yanı, artık müziği açıp verandaya çıkıyorum ve ideal dinleme noktasında ne duyuyorsam onu duyuyorum: Tüm enstrumanların sahici tınılarıyla bezenmiş bütünsel bir duygu şöleni. Salonumun akustiğiyle ve diğer cihazlarla uyumundan bağımsız olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Tannoy Kensington GR odyofil bir hoparlör değil, sizi sahici müzikle ve müziğin ayağa kaldırdığı tüm duygularla buluşturmak üzere odanıza açılmış bir pencere. Böyle bir misyonu Kensington’lardan daha iyi gerçekleştirmiş hoparlörler de var muhakkak (ki en başarılılarından biri de Westminster’dır muhtemel). Eğer akustik açıdan sorunsuz 100 m2’lik bir dinleme ortamınız varsa, bütçeniz de müsaitse, daha etkileyici deneyimler yaşamak mümkündür yani mümkün olmasına da… daha fazlasına gerek var mı, işte asıl soru bu.
Analitik yazmaya çalışırken zorladım aslında. Her seferinde müziğe dalıp gitmişken buldum kendimi. Her seferinde elime gitarı alıp eşlik etmek geldi içimden. Oğlum çoğu zaman piyanosuyla yaptı bunu. Çoğu zaman onun odasından gelen piyano sesiyle hoparlörlerden gelen piyano sesini karıştırıp küçük şaşkınlıklar geçirdiğim oldu. Ama hepsinden önemlisi, ses teknolojisindeki yeniliklerin, bir ilerleme değil de sadece yenilik olduğunu bir kez daha görmüş oldum. Zaten bu yüzden hâlâ bazılarımız plak dinliyor, iyi durumda bir Garrard 301 düşürüp modifiye etmeyi umuyor, “vintage” lambalıların peşinden koşmuyor mu? Kensington’lar, modern yüksek sınıf hoparlörlerdeki birtakım akustik atraksiyonları seven dinleyicilere pek cazip gelmeyecektir ilk anda, bundan eminim. Milimetrik odaklamaları seven kulaklar aradıklarını bulamayacaklar muhtemel. Yine aynı kulaklar, enstrumanların doğru yüksekliğini bulabilmek için ince ince ayarlar yapmak zorunda kalacaklar. Ama stereonun, sahne derinliği, odaklama ve bunlar gibi, aslında araz sayılabilecek marifetlerinin değil de müziğin bütünselliğinin ve enstrumanların gerçek tınılarının peşinden koşan müzikseverler, özellikle de caz, blues, vokal ve klasik müzik sevenler, eminim etkileneceklerdir. Tabi başka müzik türlerinin hakkını yemeyelim; imkânı olanlar Dire Straits’in Brothers in Arms’ını ya da Pink Floyd’un Dark Side of the Moon’unu da bir dinlesinler Kensington’lardan.
Tannoy çift kabloyla sürmeyi öneriyor, ama deneme imkânım olmadı. Sablon Audio’nun Tannoy için geliştirdiği topraklı-çift-kabloyu ilk fırsatta ısmarlamayı düşünüyorum. Super tweeter’ı denemem de mümkün olmadı, o da bir dahaki sefere artık. Ancak duyduklarım beni öylesine tatmin etti ki, halihazırdaki konfigürasyon ile yıllarca bıkmadan yaşayabilirim gibi geliyor. Ya da -daha fazlasına gerek var mı sorusunun hilafına- bir çift Canterbury’e ayıracak param olana kadar…
AHMET KİP
Tannoy Kensington GR
Recommended amplifier power 50 – 250 Watts RMS Frequency response 29 Hz – 27 kHz (-6 dB) Sensitivity 93 dB @ (2.83 Volts @ 1 m) Dual Concentric high frequency 52 mm (2”) with aluminium alloy dome, Alnico magnet system with Pepperpot Waveguide Dual Concentric low frequency 250 mm (10”) treated paper pulp cone with HE twin roll fabric surround. 52 mm (2”) round wire wound voice coil Cabinet Enclosure type Distributed Port Dimensions H x W x D 1100 x 406 x 338 mm Volume 105 Litres Weight 37 kg
Fiyat: 44.900TL (KDV Dahil) -01 Haziran 2014 itibarı ile-
Temsilci: Forum Audio/ www.forumaudio.com
Çok keyifle okuduğum harika bir yazı. Paylaşımınız ve bu güzel yazı için için teşekkürler Ahmet bey.
Yazı o kadar akıcı ki uzun olmasına rağmen 3 sayfa peşpeşe okudum, okurken de kendi 2.5 yollu hoparlörlerime bakıp üzülmedim değil :)