Sonra birkaç saat oturup müzik dinledik. Tüm yazının özetini başta yapayım da gerisi meraklısına notlar şeklinde okunsun: Tüm frekans bandı boyunca tutarlılık, harmonik bütünlük, enstrumanların gerçek tınıları ve odanın her yanına yayılıp dinleyiciyi çepeçevre saran bir müzik.
Kutudan ilk çıktıklarında bile şahane çalan Kensington GR’lerin yerlerini, 50 saat gibi bir yanma süresinin ardından yeniden ayarladım. İnce ayar birkaç günümü aldı. Ardından da kritik dinlemeye geçtim. Dinlemeye eşlik eden diğer cihazlar şöyle: Oppo 95 Blueray çalar, Thorens TD 550 plak çalar, Ortofon TA-210 12” statik kol, Ortofon Cadenza Bronze iğne, Whest PS.30RTD fono katı, Audio Research Ref. 5SE pre ve Ref. 75 güç amplifikatörleri, Kimber Select ve Acoustic Revive kablolar, Stein Music Harmonizer ve Magic Stones akustik düzenleyiciler. Dinlemeyi çoğu zaman plakla yaptım.
Tannoy markasıyla ilgili pek bir şey anlatmayacağım bu değerlendirmede. Bu sitede, Hakan Cezayirli’nin Turnberry değerlendirmesinde yeterli bilgilendirme var. Ayrıca, Jeff Day Positive Feedback’te Westminster Royal SE’lerin değerlendirmesini yaparken hayli kapsamlı bilgi vermişti; eminim meraklıları okumuştur. Sadece şunu belirteyim; Tannoy dünyanın en önemli hoparlör üreticilerinden biridir ve yıllardır tasarım teknolojisini değiştirmemiştir. Çift yollu tek-sürücü teknolojisiyle ürettiği hoparlörler bir zamanlar müzikseverler arasında efsaneydi. Bugün pazara hakim olan iki ya da üç yollu çok-sürücülü hoparlörler karşısında, daha ziyade meraklısına hitap eden muhafazakâr bir marka olarak kaldı. Ancak, temel tasarım teknolojisini değiştirmese de, sürücü ünitelerin üretim teknolojisini, iç kablolamayı ve elektronik devreleri sürekli geliştirdi (bu anlamda SE’lerle GR’ler arasında ayan beyan duyululur bir fark var, ancak bu yazıda ayrıntısına girmeyeceğim). Bugün ABD’de, kendini müziksever olarak tanımlayan bazı eleştirmenlerin referans markalarından biri. Jeff Day Westminster Royal SE’yi yere göğe sığdıramadı. Birkaç yıl önce duyduğumda ben de kulaklarıma inanamamıştım. Ama ne yerim ne de bütçem bu dev hoparlörlere sahip olmama imkân tanıyordu.
Kensington GR’ler de pek ufak sayılmaz tabii. 50 m2’lik bir salonda ben varım diyorlar. Sadece cüsseleriyle değil, çıkardıkları sesle de diyorlar. Ahşap işçiliği harika. Amati’lerin olağanüstü mobilyasından sonra bunu söylemek pek kolay değil belki, ama ben yağlanmış cevizi daha samimi, daha sıcak buldum. İtalyan hoparlörler gereğinden fazla iddialı, fazla şatafatlı görünüyordu gözüme. Karton kutulardan birinin içinden ceviz bir kutu çıkıyor; içinde ayaklar, köprüleme kabloları, ön ızgaraların anahtarı (evet, ön ızgaralar yerine oturtulduktan sonra şık bir anahtarla kilitleniyor) ve kullanım kitapçığı var. Kutu o kadar güzel ki salondaki en sevdiğimiz aksesuar oluverdi.
Kritik dinlemeleri yaptığım süre boyunca hoparlörler birbirinden merkezden merkeze 307 cm, arka duvardan 50 cm (aslında boydan boya cam var arkalarında ve yanlarda), yanlardan da 95 cm uzaklıkta konumlandırılmıştı. Hoparlörleri birbirinden bu kadar uzak (genellikle merkezden merkeze 240 cm öneriliyor forumlarda) yerleştirmenin bazı dezavantajları var doğal olarak. En ufak bir oynama sahneyi ve tonal dengeyi etkileyebiliyor; baslar kayboluyor ve tizler agresifleşebiliyor ya da tam tersi, baslar aşırılaşıp tizleri bulanıklaştırabiliyor. Ayrıca vokalleri merkezlemek de hayli güç oluyor. Ama sonuç tüm çabalara değer.
Kensington’ları sürmek hiç zor değil, ancak düşük güçlü bir lambalıyla denemedim. Kendi deneyimime dayanarak Ref. 75 ile, evdeki akustik koşullarda harika çalıştıklarını söyleyebilirim sadece. “Harika” derken neyi kastettiğimi de açıklayayım: Ses şarıl şarıl akıyor hoparlörlerden. Birçok modern hoparlörde tanık olmadığım bir akıcılık bu. Ses hoparlörlerin arkasına doğru uzamıyor. Önüne, arkasına, sağına, soluna her yere uzanıyor (Stein Harmonizer’lerın etkilerinden bağımsız olarak söylüyorum). Üstelik çok düşük ses seviyelerinde de aynı duruma tanık olabiliyorsunuz. Vokaller hoparlörlerle aynı yüzeyde değil de sanki rölyef gibi bir adım öne çıkıyor bazı kayıtlarda. Hani düşük hacimli motorlardan yüksek performans alan bazı otomobil markaları vardır ya, işte hiç onlara benzemiyor Kensington’lar. Motorları gürül gürül çalışan eski Amerikanlar gibi. Tek farkla; hızlı hoparlörler bunlar, öyle yayıla yayıla çalmıyorlar.
Sesteki şeffaflık etkileyici. Bu konuda Amati’lerle aşık atıp atamayacağını merak ediyordum başlangıçta, daha doğrusu endişeleniyordum, ama endişem yersiz çıktı. Ancak bu şeffaflığa ulaşmak biraz çaba gerektiriyor. Hoparlörlerin arasındaki mesafe ve açıları ideal pozisyonda değilse ses bulanıklaşabiliyor, dolayısıyla iyi yerleştirilmemiş Kensington’ları dinleyip bir yargıya varmamanızı öneririm (bu önerim tüm hoparlörler için de geçerli). Tabii şeffaflıktan söz edince sahne derinliği hakkında birkaç kelam etmeden olmaz. Amati’ler bu konuda referans standartta hoparlörlerdir. Her kim dinlediyse çok etkilendiğini hatırlıyorum. Kensington’ları dinlediğimde eski referanslarım alt üst oldu. Ezbere bildiğim bazı canlı caz kuartetleri kayıtlarında sahnenin neredeyse 5-6 metre derininde çalan davul 3-4 metrelerde çalıyordu. İlk zamanlar, o alışık olduğum görkemli sahne derinliğini arar gibi oldu kulaklarım, ama çok çabuk alıştım Kensington’ların sahnesine.
Aslını söylemek gerekirse, caz klüplerindeki sahnelerde hiçbir zaman o kadar gerilerde de görmedim davulu. Cazın ruhuna aykırı bir kere. Peki simballerin yerini milimetrik olarak belirlemek mümkün müdür sahnede? Bagetin simbale vurduğu, o saniyenin onda biri kadar zaman aralığının ayırdına varıp “Aha işte simbal tam olarak şu noktada” diyebilmişliğiniz var mıdır canlı performans izlerken? Simbalin tınısı anında sarar çevrenizi. Sahnede hiçbir enstrumanın sesi milimetrik olarak konumlandırılamaz, zira her enstrümanın tınısı bir diğerini etkiler. Konser ortamındaki yansımalar ve harmonikler de işin içine girince holografik bir etki oluşur ve müzik, bölünmez bir bütün olarak her yanımızı sarar. Tüm bu nedenlerden ötürü sahne genişliği, derinliğinden daha belirgin bir şekilde duyumsanabilir, ki o da performansı ön sıralardan izliyorsanız. İşte Kensington’larla yaşadığım sahne deneyimi böyle bir şey oldu benim için. Yüksek sınıf modern hoparlörlerden alışık olduğum kadar derin değil belki, ama çok sahici. Öte yandan enstrumanlardan yükselen titreşimlerin yansımaları sahnenin her yanını dolaşıyor. Bütün bunlar olurken enstrumanlar arasındaki espas da yerli yerinde duruyor. Yani bu bütünsel etki içinde hiçbir şey bir diğerine karışmıyor, ama hiçbir tını da münferit olarak dikkati kendine çekmiyor. Sahne genişliği ise müziğin kaydına ve ölçeğine bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte, alışık olduğumdan daha büyük ve çok daha etkileyici. Senfoni orkestrası kayıtları zor bir sınavdır hoparlörler için, ancak sahneyi değerlendirirken referans oluşturmaması gerekir kanımca. O koskoca sahneyi evinizin salonunda gerçeğe uygun canlandırmanız fizik kurallarına aykırıdır her şeyin başında. Ama ölçekli olarak küçülmüş bir sahne deneyimi yaşamanız pekala mümkündür.
Bir yorum ekleyin