Ev sinema sistemleriyle İngiltere’deki Hi-Fi mecmualarında adından sıkça söz ettiren Q Acoustics, özellikle Concept 20 ile ününü yurt dışına yaymayı başarmışa benziyor. Bugüne kadar fiyatları 160 pound’a kadar inen bookshelf hoparlörleriyle ülkemizde de giriş seviyesi kullanıcılarının tercih ettiği bir marka olan Q Acoustics, Concept 20 ile fiyat-performans çıtasını daha da yukarıya çıkarmayı hedeflemiş.
Q Acoustics İngiliz orijinli bir firma ancak üretimini Çin’de yapıyor. Benim gibi Hi-Fi’nin içerisinde Çin kelimesi geçti mi tüyleri diken diken olan birisi için yarışa 1-0 yenik başladığını söylemeliyim. Dolayısıyla, ilk etapta onu alelade bir hoparlör olarak görmüştüm. Bana göre bu fiyat seviyesinde bir hoparlörden fazla bir şey beklemek çok adil değildi. Kendimi buna göre şartlamıştım. Fakat bu düşüncem kutuları açana kadar sürdü. Siyah piyano lake kaplamasıyla oldukça ağır (12 kg) ve rijit hoparlör ayağını karşımda görünce standart bir ürünle karşılaşmadığımı anladım. Ayaktaki spike’ların geniş bir üçgen oluşturacak şekilde üç ayrı noktaya yerleştirilmesi (iki arkada, bir önde) Concept 20’de rezonans kontrolü üzerinde hayli kafa yorulduğunu gösteriyordu.
Zira hoparlörlerde de benzer bir durum söz konusu. Uzun zamandır “Bu hoparlör tasarımcıları ne zaman kabin tasarımında şu rezonans işine eğilecekler?” sorusunu sonunda üreticiler duymuş olacak ki gerekeni yapmışlar. Concept 20, hani şu Rusların Matruşka’larına benziyor: Hoparlör kabininin içinde bir hoparlör kabini daha var! Evet, yanlış duymadınız, Concept 20 iç içe geçmiş iki ayrı kabinden oluşuyor. Bu iki hoparlör kabini, patenti Q Acoustics’e ait olan Gelcore adı verilen bir jelle birbirinden ayrılıyor. Sonuç mu? Rezonansın müziğe getirdiği olumsuz etkilerden arındırılmış temiz ve kaliteli bir ses.
Doğrusu, bu fiyat seviyesindeki bir hoparlör için bu kadar uğraşıldığını görmek insanı etkiliyor. Hatta beklentinizi artırıyor. Öte yandan Concept 20 sadece kabin tasarımıyla değil, bağlantı noktalarıyla da size daha üst bir lige ait olduğunu hissettiriyor. Nitekim bu kalitedeki bağlantı noktalarına 1.000 Euro’nun üzerindeki hoparlörlerde rastlayabiliyorsunuz. Yani Concept 20’de kabin tasarımından bağlantı noktalarına ve ayaklarına kadar her şey size müziği en saf şekilde ulaştırmak için tasarlanmış. Bunu anlamak için uzman olmak gerekmiyor.
Peki, bunu ne ölçüde başarabilmiş, gelin hep birlikte bakalım. Onu müzikle buluşturduğumda takvimler 23 Ağustos’u gösteriyordu. Akşam saatleriydi sanırım. Hoparlörün Timpani’den bana ulaşmasının üzerinden birkaç gün geçmişti. Hoparlörden gelen ilk tınılar, pişmemiş olmasına rağmen genel karakterini hemen ortaya koydu: Concept 20’nin bir karakteri yok! Bu sözümden kişiliksiz, ruhsuz olduğu anlamı çıkmasın. Demek istediğim, müzikle aranıza herhangi bir ton ya da renk koymuyor. Oldukça berrak, açık ve temiz bir sound’a sahip Concept 20. Bence Dream Theater’ın bugüne kadar yaptığı en güzel şarkılardan biri olan “Spirit Carries On” şarkısında bunu anlamak için çok uzun süre geçmesi gerekmiyor. Şarkının girişinde James Labrie’nin vokalini duyduğunuzda sesteki artikülasyon, açıklık ve netlik hemen dikkatinizi çekiyor. Karşınızda sözünü esirgemeyen ve yüksek sesle konuşurken teklemeyen, her kelimesi tane tane duyulan bir konuşmacı var.
Keyif alınca arkasından yine bir Rock klasiğini yerleştiriyorum CD çalara. Birçok Rock grubunun örnek aldığı Rush’ın belki de en iyi şarkılarından biri olan “Tom Sawyer” çalmaya başladığında klavyeler ve vokalin hoparlörler arasındaki gezintisi tüyler ürpertici derecede güzel. Eminim daha önceden Geddy Lee’nin bas partisyonlarını hiç bu kadar güzel dinlememişsinizdir. Bu sadece “Tom Sawyer” için geçerli değil. Hangi şarkıyı koyarsınız koyun, zihniniz sürekli bas gitar partisyonlarına takılıyor ve bu durum gerçekten insana büyük keyif veriyor. Az sonra söyleyeceğim şeyi başka birisi söylese kulaklarımla duymadan inanmazdım ama Concept 20’de hangi tür müzik dinlerseniz dinleyin, daha önce duymadığınız birçok nota sizleri bekliyor. İster Paul Simon’ın Graceland albümünden “Boy in the Bubble” şarkısını dinleyin, isterseniz Jazz Club Trends’ten çıkan Acid Jazz albümünden herhangi bir şarkıyı… Sonuç aynı: Hâlâ müzikte daha önceden keşfetmediğiniz yerler var. Üstelik bu fiyat kategorisindeki bir hoparlörden bunları duyabilmek gerçekten büyük bir sürpriz oluyor. Concept 20, gövdesinden ve fiyatından beklenmeyecek kadar detaylı çalıyor.
Aslında bunun oldukça basit bir nedeni var. Baslar… Evet, baslar! Baslar yoğun olmayınca müzikteki her detay açığa çıkıyor. Şu bas sevdamız yüzünden neler kaybettiğimizi bir görseniz, bir dinleseniz, bir tanık olsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Buradan bas sevmediğim anlamı çıkmasın ancak basları uzun bir süredir göğüs çeperimde hissedecek kadar çok istemediğimi söyleyebilirim. Her şey müziğin kendi dengesi içerisinde, araya çeşitli tonlar ve renkler konmadan size ulaştığında inanın tadına doyum olmuyor. Evet, belki de Concept 20’de basların bu kadar yoğun olmamasının nedeni, altlarda sadece 64Hz’e kadar inebilmesi. Ama inanın bu bas oranı bile oldukça yeterli. Hele odanın hacmiyle birleştiğinde basların büyüdüğünü de düşünürseniz bana hak vereceksiniz.
Yine Rock’tan devam edelim isterseniz. Helloween’in eski vokalisti Micheal Kiske’nin yeni kurduğu Place Vendome isimli grubun “Street of Fire” albümündeki “My Guardian Angel”da geri plandaki gitarların enerjisi beni bir kez daha tavlamayı başarıyor. Bu gerçekten daha önceden tanık olduğum bir enerji değil. Hoparlör, gitarların tonundaki gerçek enerjiyi adeta açığa çıkarıyor. Tabii anılarınızı yad etmek isteyip Youtube’tan şarkıyı dinlemeye kalkarsanız şimdiden hemen söyleyeyim, Kiske’nin o bebek yüzünden ve lepiska saçlarından iz kalmamış ama hâlâ mihrap yerinde. Aynı melodik Hard Rock, aynı nefis vokaller ve nefis sololar… İnsan albümü dinlerken kendine “Acaba gerçekten Rock müziğin 80’lerdeki o şaşalı günlerine geri dönmek mümkün olmaz mı?” diye sormadan edemiyor.
Buradan başka bir klasiğe geçiyorum, Alan Parsons Project’in “Eye in the Sky” şarkısına. İşte bu şarkıda basların eksikliğini bir parça hissediyorsunuz ama size bu satırları 150 saat civarında yazdığımı düşünürseniz durumun 350-400 saatleri arasında hoparlör lehine gelişeceğini söyleyebilirim. Bir kez daha geri planda kalan ve bir hayalet edasıyla gezinen klavyeleri keşfetmek insana büyük keyif veriyor. Tizler biraz parlak belki ama klavyeleri takip ettiğiniz için bu durum sizi fazla etkilemiyor. Kaldı ki bu da aynı baslarda olduğu gibi ilerleyen saatlerde hoparlörün lehine değişecek bir durum.
Yok ya, insan bir hoparlörle bu kadar güzel Rock dinlerken ben bir tane daha Rock parçası çalacağım. Dio’nun Mercury etiketiyle çıkan ve en iyi şarkılarının toplandığı (aynı zamanda remastered da edilmiş) Rock Legend albümden “Holy Diver”. Bu türü sevenler (hatta sevmeyenler) şarkının girişinde Roni James Dio’nun “Holy Diver” deyişini bir gözlerinin önüne getirsinler. Concept 20, Dio’nun sesindeki bu gücü ve mistik yanı olabildiğince size geçirmeyi başarıyor. Bu ses üzerinizdeki ölü toprağını atmaya yetiyor. Şarkının ilkel ama güzel bateri tonları da özüne sadık şekilde kulağınıza ulaşıyor. Baslar daha şişman ya da daha sıcak değil. Ne diyelim, toprağın bol olsun, büyük üstat.
Hoparlörün detaylardaki başarısı üzerine Loreena McKennitt’in 2009 yılında Quinlan Road Limited’den çıkan “The Mystic Dream” albümünü seçiyorum bu kez. Albümle aynı adı taşıyan şarkıda McKennitt’in o buğulu sesinin güzelliği karşısında irkiliyorsunuz. Kennitt’in sesi bir anda bütün odaya yayılıyor. Geri plandaki koral sesin devreye girmesiyle etkilenme oranınız bir kat daha artıyor. Darbukalar başladığında kendinizi yeşil ovalarda hissedebilirsiniz. Gerçekten ciddi bir homojenlik söz konusu ancak vokaller bir parça önde görünüyor.
Son olarak Hi-Fi sevdalıları arasında bağımlılık yaratan bir başka albüm olan Patricia Barber’ın Blue Note’tan çıkan Cafe Blue albümünü seçiyorum. Burada hoparlörün bir başka hoş yanı ortaya çıkıyor. Volümü açtığınızda (evet, bu konu aynı zamanda amfiyle de alakalı bir durum) ses sertleşmiyor. Bir hoparlörün en fazla zorlandığı seslerden biri olan kontrbas konusunda Concept 20’nin performansı yabana atılacak cinsten değil. Albümü dinlerken neredeyse tüm enstrümanları tane tane duyabiliyorsunuz. Hoparlör, müzikle iyi birliktelik yakalıyor; dingin olması gereken yerde dingin, sertleşmesi gereken yerde de sert bir profil çiziyor. Barber’ın ve enstrümanların sesi tüm heybetinizle karşınıza çıkıyor. Concept 20’nin fiyatına göre oldukça geniş bir sahnesi ve rafine bir sesi var.
Gelelim sonuç kısmına… Neymiş, ummadık taş baş yarıyormuş. Neymiş, öyle Çin’de üretiliyor diye hemen burun kıvırmamak lazımmış. Neymiş, müzik dinlemek o kadar pahalı ve zor bir uğraş değilmiş. Neymiş, 350 Pound+KDV’ye de kaliteli bir ses yakalanabiliyormuş. Evet, Concept 20 bu fiyata belki de son yıllarda üretilmiş en iyi hoparlörden biri. Açık, temiz, detaylı ve rafine sesiyle sizi de etkilemesi muhtemel. Özellikle bu camiaya yeni adım atmayı düşünüyorsanız Q Acoustics Concept 20’yi dinlemeden hoparlör almaya karar vermeseniz iyi edersiniz. Bir de ayağı daha ucuz olabilseymiş harika olacakmış.
Burak Meriç
Sistem: Amfi: Hegel H70, Cd Çalar: Hegel CDP 2A MK II, Hoparlör: Wilson Benesch Arc, Ara bağlantı kablosu: DH Labs Revelation, Hoparlör kablosu: DH Labs Q10 Acoustic Signature, Güç kablosu: DH Labs Power Plus
Q Acoustics – Concept 20
Raf tipi hoparlör Frekans aralığı: 64Hz – 22kHz Nominal empedans: 6ohm Duyarlılık: 86dB Önerilen amfi gücü: 25-75W Crossover frekansı: 2.9kHz Ağırlık: 12 kilo
Fiyat: Hoparlör: 370 Euro+KDV / Ayak: 250 Euro+KDV
Temsilci: Timpani / www.timpani.com.tr
Bence bu hoparlörlerin sizin de dediğiniz gibi minimum 300 saat civarında burn-in süreci geçirmeleri gerekiyor.. Ben rega brio3 ile dinlemiştim oldukça soğuk çalıyordu tizler çok hırçın ve baskındı alt frekans eksikliği de hemen dikkati çekiyordu..İlk izlenim olarak pek beğenmemiş ve etkilenmemiştim..
Alper bey evet, haklısınız. Bu maalesef bütün hoparlörlerin tamamlaması gereken bir süreç. Bu kabloda hatta elektrik kablosun da bile böyle… Örneğin yakında iki tane daha kablo inceleme yazısı yazmaya çalışacağım (ismi bende saklı kalsın şimdilik), çok şükür cable cooker’lar olduğu için bu süreci daha hızlı ve sorunsuz atlatabiliyorsunuz. Tabii insan o kadar para verdikten sonra hemen sonuca ulaşmak istiyor ama bu maalesef mümkün değil. Ayrıca ben de şu an Wilson Benesch Arc’larımı pişirmeye çalışıyorum ve durum inanın farklı değil. 3450 Pound’luk hoparlörün nasıl çaldığını bir duysanız inanmazsınız. Fakat inceleme yaparken hoparlörün gelecek performansını da hesaplayarak yazınızı yazıyorsunuz. Zira bu sıkıntıların düzeldiğini defaten gördüm. Eminim şu an bahsettiğiniz set up’ı tekrar dinlemeye gitseniz siz de durumun değiştiğini göreceksiniz. Bilginizi paylaştığınız için teşekkürler…
Burak bey tekrar merhabna, daha önceki yazdıklarınızda ve yazdıklarımda haklı çıktık ki şu anda mevcut bookshelf hoparlör portföyüme bir çift de Q Acoustics Concept20 ekledim :)
Bu arada bu hoparlörlerde bir bookshelf hoparlörde aranılan her şey neredeyse var;
1) Ses oldukça üç boyutlu ve transparan (oldukça derken mütevazi davrandım)
2) Stereo etkisi ve sahne oluşumu zahmetsiz ve çok net bir şekilde iki hoparlör kurulmuş olan sahneyi hissediyorsunuz.
3) Sahne derinliği ve genişliği çok iyi, bu paraya daha fazlasını istemek ayıp olur.
4) Vokal performansı çok yerinde çok önde olup rahatsız da etmiyor çok geride de değil.
Paylaşmak istedim. Görüşmek üzere.
atalayalper