Birinci Bölüme Ulaşmak İçin Tıklayınız
Bu yazımızın birinci bölümü Stereo Mecmuası’nın 3. sayısında yayınlanmıştı. Lynn Olson’un yazılarından aslına olabildiğince sadık kalmaya çalışarak ve kendisinden gerekli izinler alınarak tercüme edilmiştir. Kendisine buradan bir kez daha teşekkürlerimizle – Thank you Lynn.
Nereden geliyorum?
Nereye gidiyorum?
Ben kimim?
Antik çağdan kalma olan bu sorular hala bizi terketmiş değiller. Ufak değişikliklerle bu soruları müziksever, odyofil, hobici veya usta-mühendis’in ilgisini çekecek şekle dönüştürülebilir.
Ses röprodüksiyon (sesi tekrar canlandırma) sanatı nereden geliyor?
Bu sanat nereye gidiyor?
Ben bu sanattan neler bekliyorum?
Devir-Teslim Süreci: 1940-1950
1940’ların savaş yılları audio için nadasa bırakılmış yıllar sayılır. Elektroniğin önde gelen beyinleri çalışmalarını audio’dan çok yüksek frekanslı radar sistemlerine, ve savaş sonrasında da hızla yayılan televizyona yönlendirdiler. Bu dönem aynı zamanda bir geçiş dönemidir. Audio’nun öncüleri artık yerlerini yavaş yavaş 1950’lerde Hifi’ın altın yıllarını yaratacak olan mühendislere bırakmaktadırlar.
1940 yıllarının sonlarında gerçekleşen en önemli gelişmelerden bir tanesi Williamson amplifikatörüdür. Bu amplifikatör triod lambaların kullanımını ciddi bir şekilde frenledi. (ancak Fransa, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde devam etti) Yüksek geri beslemeli, yüksek güçlü ve yüksek hassasiyetli KT66 bazlı Willamson amplifikatörü 40 yıl aralıksızca sürecek ve gittikçe şiddetlenecek olan daha yüksek güç – daha az distorsiyon yarışını başlatacaktı.
Geriye baktığımızda bu yüksek geri beslemeli Williamson amplifikatörünü eleştirmek kolay gibi geliyor. Ancak 1940’ların sonunda piyasada bulunan hoparlörleri de hatırlamamız gerekir. O yıllarda kapalı kutu (closed veya sealed box) veya hava delikli (ported) sistemlerin özellikleri henüz tam olarak analiz edilmemiş ve bugünkü modern tasarımların aksine hoparlörlerin çoğunun basları gevşek (boomy) ve derinlik/üç boyutluluk hissini vermekten uzaktı. Kapalı kutu hoparlörlerde (o zamanlarda infinite baffle veya acoustic suspension olarak da tanımlanırlardı) bir hoparlörün ayarlarını yapmak nispeten kolaydır. En iyi ses ve en düzgün ses spektrumu için kasanın hacmini ayarlamanız yeterlidir. 2 veya 3 değişik kasa prototipiyle neticeye varmak olasıdır. Ancak hava deliği bulunan kutular 4th Order sistemidir, ve onları ayarlamak o zamanların dene-yanıl yöntemleriyle çok zordu. Kapalı kutu veya hava delikli hoparlörlerin ölçümlerini gerçekleştirmek gibi basit zannedilen çalışmalar aslında oldukça karmaşıktırlar. Zamanımızın modern analitik ve near field diye adlandırılan “yakın çekim” ölçüm teknikleri ancak 1971’de, AES tarafından açıklanan Neville Thiele ve Richard Small’un yayınlarıyla mümkün oldu.
Yüksek geri beslemesi neticesinde elde edilen yüksek dampingli Willamson’un amplisi o yılların hoparlörlerinin bas kalitesini bir nebze olsun düzeltebilmişti. Tabi daha fazla watt da dinleyicileri mutlu etmişti. Unutmayalım ki o tarihlerde en yaygın lamba 2A3’tü. Çok daha büyük olan 300B henüz dinleyicilere sunulmamış, 211 ve 845 gibi tehlikeli yüksek voltajlı lambalar içeren uygulamalar henüz başlamamıştı. Yüksek güç ve yüksek dampingli lambalar ailesi (6L6, 807, KT66 ve 5881) savaş sonrası müzikseverlerin tüm gereksinmelerini karşılamaya yetmişti.
Williamson o kadar başarılıydı ki geriye kalan tüm devre şemaları kenara atıldı. O yılların Amerikan hifi dergilerine bir göz atılsa, McIntosh, Quad ve birkaç yenilikçi devre dışında art arda Williamson ile ilgili yazılara rastlanır. Williamson’un hegemonyası ancak 1957-59 yıllarında, ultralineer EL34 ve KT88’lerle sona erdi. Bu yeni ürünler arasından Dynaco, Acrosound, Marantz ve Citation’u sayabiliriz
Yine 1940 yıllarında sözünü etmek zorunda olduğumuz önemli bir olay da, Alman’ların Magnetophon AC-Bias makinelerinden kopya edilen Ampex’in manyetik bant teknolojisine dayanan makara teybiydi. AC-Bias teknolojisinin İngilizce kökenli ülkelerde bilinmesine karşın daha kalitesiz olan DC-Bias teknolojisinin tercih edilmesi kayda değerdir. Hemen savaş sonrasında 3M şirketi demir oksit kaplı bant teknolojisini hızla geliştirdi ve Ampex makineleri hızla Alman orijinallerinden daha iyi oldular. Manyetik bantlardaki hızlı gelişim 1950’li yıllardaki ilerlemelerin başlıca nedeni oldu.
15 ve 30 IPS (inç/saniye) master bantlardaki kayıt kalitesi bugün bile şaşırtıcı güzelliktedir. (RCA Living Stereo ve Mercury Living Presence’ın kayıtlarını lütfen dinleyiniz) Film, kayıt ve radyo yayın endüstrileri artık son derece kaliteli ve özgün yapıtlar gerçekleştirmeye başlamışlardı. Sıra bunları aynı kalitede halka ulaştırmanın yollarını araştırmaya gelmişti. Bu araştırmaların meyvaları da audio’nun 1950’li altın yıllarını oluşturdu.
Altın Yıllar: 1950-1964
1950’lerin başında Columbia Records 12 inç çapında ve 33 1/3 devirde dönen bir plak çıkardı. Rakibi RCA ise, daha sonra single adıyla anılacak, 7 inçlik, 45 devirli plağı piyasaya sürdü. İki formatta da yiv eni aynı, ikisi de düşük dip gürültülü vinile basılyor ve aynı safir veya elmas uçlu iğne ile, alışılagelmiş olandan daha hafif bir ağırlıkta çalınıyordu. Sonuçta bu plaklar daha sağlam, daha geniş bir dinamik erime sahip ve üzerlerine daha uzun süreli müzik kaydedilebiliyordu. O yıllarda “farklı hızların savaşı (33-45)” olarak anılan savaş, 3-4 dakikalık popüler diye niteleyebileceğimiz müziklerin 45’liklere, ve daha uzun olan “nispeten ciddi” olarak niteleyebileceğimiz klasik ve caz plaklarının 33’lüklere basılmasıyla sona erdi. Stereo LP “Rock album” için 1960’ların ortasını beklemek gerekecektir. Ondan önce rock’n’roll sadece ergenlik yaşlarındaki teen-ager’lara hitap edip piyasanın çok ufak bir bölümünü teşklil eder ve genelde hifi yerine lofi, geri kazanılmış vinile, mono olarak basılırdı.
Yine 1950’lerin başında, Amerika’da, kaliteli müzik yayını yapan, yüzlerce klasik, caz ve popüler hafif müzik FM radyoları açıldı. Bu FM kanalları, AM bantında yayın yapan kuruluşların maddi destekleriyle yayın yapmaya başladılar ve daha nitelikli/özellikli programlar sunmaya başladılar. 1950’lerde başlayıp 1960’ların ortasına kadar devam eden bu yayınlar ABD tarihinin en nitelikli yayınları oldukları kabul edilmektedir. Avrupa ve Japonya’da halen gördüğümüz bu yayın içerik kalitesi ABD’deki ticari kaygılar neticesinde 1960’ların son yarısına doğru gerilemeye başladı. Ve neticesinde de FM yayınları bir nevi AM radyolarının kopyasına dönüştü. En kaliteli FM radyoları imalatının bu yıllarda yapılmış olması rastlantı eseri değildir. Audio tarihi bize radyo programlarının içeriği ile alıcı cihaz kalitesinin el ele gittiğini gösteriyor. Birincisinin kalitesi yükseldiğinde ötekisi takip ediyor, yayınların içerik kalitesi gerilediğinde cihazların kalitesi geriliyor. Bu arada sinema çevrelerinde de Hollywood ilk siyah beyaz televizyonların cazibesine karşın atağa geçti ve geleneksel tek optikli 35mm filmden vazgeçip 6 ayrı kanaldan ses yayını yapabilen 70mm’lik Technicolor film teknolojilerini geliştirdi.
Cinerama, CinemaScope, VistaVision ve Todd-AO gibi teknolojiilerle donanmış 70mm’lik filmler sinema izleyicilerine inanılmaz deneyimler yaşattılar. (Ufak cep sinemalarında halen gösterilen 35mm’lik filmlerin görüntü kalitesi 1950’lerde gösterlen 70mm’liklerden çok daha düşüktür. 70mm ve 3 ekranlı Cineramanın görüntü kalitesinden daha iyi olan tek teknoloji bugünlerde çok özel salonlarda gösterilen Imax ve OmniMax filmleridir. Ancak Imax’lardaki ses kalitesi bile 50’li yıllarda yayınlanan tamamıyla analog ve full lambalı sitemlerin ses kalitesinin oldukça uzağındadır. Paralel şekilde (10 yıldan az bir süre içerisinde gerçekleşen) gelişen bu ilerlemeler, sürüm piyasasına (mass market) yönelik olarak imal edilen radyo-pikapçalarların dışında yeni bir endüstrinin doğmasına da sebep oldular: High Fidelity endüstrisi. Bu endüstri çok farklı kaynaklarla elde edilen yüksek kalitedeki müziklerin satış patlamasıyla gelişti. Bu yüksek kalitedeki high fidelity’li müzikler olmasaydı audio’nun altın yılları gerçekleşemeyecekti. O dönemde kaydedilmiş bir çok eser günümüzde de büyük keyifle dinleniyor ve birer hazine değerindedir. 40 yıl sonra yapılmış olan birtakım dijital kayıttan çok daha açık ve berrak, çok daha doğal ve çok daha canlıdırlar. O yıllarda sadece birkaç tanesini saymakla yetineceğim bir o kadar da muhteşem cihaz üretilmiştir: Acrosound, Altec, Ampex, Brook, H. H. Scott, Fisher, JanZen, Leak, Marantz, McIntosh, Ortofon, Quad, REL Precedent, Tannoy, Thorens. Ucuz segmentte pazarlanan, ve yüzbinlerce imal edilen Dynaco’nun Stereo 70 amplifikatörü yeni bin yılın CD çalıcıları ve hoparlörleriyle bugünlerde bile keyifle dinlenebilmektedir. Altın yıllar, 1930’ların öncü çalışmalarını geliştirip tüm dünyayı kucaklamayı sağlamış ve milyonların evlerinde kaliteli bir şekilde müzik dinlemelerini olanaklı kılmıştır.
Audio bu yıllarda, hobici zihniyetiyle yapılan çalışmalardan, hızla tüm ülkeye yayılan bir endüstri haline dönüşmüştür. Üretilen cihazlar daha estetik, kullanımları daha kolay ve ev ortamına daha uygun şekilde tasarlandılar. Amplifikatörlerin çıkış güçleri arttı, radyolu amplifikatörler üretilmeye başlandı, ve AR ile KLH gibi şirketler önderliğinde hoparlörler ufalmaya başladılar. 50’li yıllarda imal edilen cihazların bir çoğunda ses kalitesinden verilen ödünler elde bulunan olanaklarla karşılaştırıldığında pek fazla değillerdi. Karşılığında çok geniş miktarlarda yeni müzikler piyasaya sürüldü: makara bantlarla, muhteşem LP plaklarla ve canlı FM radyo yayınlarıyla (O dönemlerde, şimdilerde FM yayınlarında yaygın olan kompresyon ve dinamik EQ’ların hiçbiri yoktu!)
B.M.
Bir yorum ekleyin