Bildiğiniz gibi burada zaman zaman plak olarak basılan albümlerin tanıtımlarını yapıyorum. Bu kez farklı bir konudan bahsedeceğim. Aslında farklı dedim ama konu müzik ve plak olunca işin içine bir de bu plakları dinlediğimiz Hi-Fi sistemler giriyor. Albüm içeriğinden baskısına, kaydına kadar irdelediğimiz plakları nasıl bir sisteminde dinliyoruz. Öyle ya, bir plağın baskısı ile ilgili yorum yapabilmek için o plağa hakkını verecek kaynak cihazlar ve bileşenler ile dinlenmesi gerekir ki albüme haksızlık olmasın. Bu girizgahtan da anlaşılacağı üzere, yukarıda fotoğrafını gördüğünüz ve şu an kullandığım sistemin nasıl oluştuğuna dair hikayeyi anlatmaya çalışacağım. 1967 yılında doğan bendenizin, kendisini bilmeye başladığı (!) 1970’lerde başlayan ve bugüne kadar gelen ve hiç bitmeyen, belki de hiç bitmeyecek bir ses yolculuğu bu.
Müzik sistemlerine merakım rahmetli babamdan bana kalan en önemli genetik mirastır. Doğduğum yıldan beri iç içe olduğumuz babamın GRUNDIG TK145 makaralı teybi; mikrofonu, Vu-Metresi ve düdüklü tencereye benzeyen ilginç kayıt tuşu ile benim için paha biçilmez bir oyuncak oldu her zaman. Babam ve ağabeyimle, bu teybe “ara kablo” ile bağlı GRUNDIG FM (U) bantlı radyoda TRT 3 ve o upuzun antenine alüminyum sigara kağıtlarını sararak, Kısa Dalgadan yabancı dilde yayın yapan ilginç kanallar bulup kayıtlar yapardık. “Ara kablo” özellikle önemli çünkü harici mikrofonla yaptığımız kayıtların ses kalitesi bana pek hitap etmiyordu. Sanmayın ki bunları yaparken ben biz bir yetişkindik, yıl 1972-73 ve ben henüz 5 – 6 yaşındaydım, daha ilk okula bile gitmiyordum. Ama nedense “ara kablo” olmadan yaptığımız kayıtlar kulağımı rahatsız ediyor ve birkaç kez dinledikten sonra kayıtları siliyordum. Ne zaman ilk okula başladım, işte o zaman babam bize yeni yeni çıkan kasetleri dinleyebilmemiz için TELEFUNKEN marka portatif bir kaset teyp aldı. Bu teypte ilk dinlediğimiz kaset ise Barış Manço’nun derleme bir kaseti idi.
O dönemde hazır kasetler yok, adı “Stüdyo” olan küçük kayıt dükkanlarında özensizce kaydedilmiş kasetler var. Üstelik bunlar çok zor bulunuyor. İşte hikaye burada başlıyor çünkü bu kasetlerin kayıtları da farklı farklı, birbirini tutmuyor ve bazıları beni çok rahatsız ediyor, dinleyemiyorum. Silip üzerine radyodan kayıt yapıyorum. Makaralı teypte böyle bir sorun yok çünkü kaydı da kendi yaptığı için kafa (kristal) ayarı kayıta göre değişkenlik göstermiyor. TK145, önlü arkalı 4 kanal ama radyoda stereo yayın olmadığı için teybin üstündeki kanal seçici ile 4 kanalı da ayrı ayrı kaydedip dinleyebiliyoruz. Teybin üzerinde tam ortada yer alan tuş benim en sevdiğim tuş çünkü bu tuşa basınca iki kanalda yer alan kayıtlar aynı anda üst üste çalıyor. Yani “Mixing” yapıyor. Aslında bu tuş sağ ve sol kanalı birleştirerek stereo çalma imkanı sağlıyor. Kasette böyle bir imkan yok, kayıt stereo olda bile teyp mono olduğu için mono çalıyor. Onun için kaset daha pratik olmasına rağmen benim için biraz sıkıcı. Sesi de çok dolgun değil. Zaten kaset bulmakta zor olduğu için ben TK145 ile daha çok meşgul oluyorum.
İlkokul yıllarında hemen her sömestr ve yaz tatillerini dedemin İstanbul Suadiye’deki kocaman bahçeli evinde geçiriyoruz. Yazın yürüyerek Suadiye Oteli plajına veya vapurla Sedef Adası’na denize girmeye götürüyor dedem bizi. Benim yanımda hiç eksik olmayan kaset teybim ve kasetlerim var mutlaka, pille de çalışıyor ya cihaz, deniz kenarında çok havalı oluyor müzik dinlemek.
Dedemin evinin arka sokağında ilgimi çeken bir dükkan var. Aslında bu bir tamirci. TV, radyo, teyp vb. tamiri yapıyor. Küçük bir vitrini var ve orada muhtelif elektronik devreler ile birlikte biraz büyükçe oval bir hoparlör duruyor. Yanında da tamir olmuş cihazlardan çıkan mavi kondansatörler, volum potansiyometreleri gibi ıvır zıvır şeyler duruyor. Bu dükkan bizim otobüs durağına giderken kullandığımız yol üzerinde. Tamirci ama benim için “Hoparlörcü”. Kadıköydeki Beyaz Fırında birşeyler yiyip içmeyi sevdiğimiz için dedem bizi haftada bir iki kez “18 numaralı Bostancı-Kadıköy” otobüsü ile Kadıköy’e götürüyor. Gidip gelirken de sürekli bu dükkanın önünden geçiyoruz. Yine bir Kadıköy dönüşü vitrinde gözüme kestirdiğim o oval hoparlörü dedeme aldırıyorum. Tamirci bana biraz kablo da veriyor. Teybin içini açarak hoparlörden paralel kablo çekip teybin kasasından uygun bir yerinden çıkartarak kasayı yerine yerleştiriyorum. Kabloları hoparlöre lehimledikten sonra ses harici hoparlörden daha az ama daha derin gelmeye başlıyor. Sonra bu hoparlörü uydurma bir bir sunta kutuya delik açarak monte ediyorum. Böylece ses daha bir dolgunlaşıyor. Hatta bu devreye bir de 3 voltluk küçük ampul bağlayıp müziğin şiddetine göre yanıp sönmesini sağlıyorum. Bu da benim ilk kolonum oluyor. Üslelik yanıp sönen ışığı da var. Acaba teybin kendi hoparlörünü devreden çıkartsam mı ? Veya yerinden sökerek onu da aynı kutuya monte etsem ses daha güçlenir mi ? Merak ve deneme yanılma ile benim için daha iyi olan sesi bulma sevdası böylece devam ediyor.
Ortaokul yıllarında Ankaradayız. Sene 1979 – 80’ler. Bu dönemde TOSHIBA marka stereo bir radyo-teybim oldu. Ankara Polis Radyosu stereo yayın yapıyor. Epey sonra TRT 3 de stereo yayına başlıyor. Ortaokul ve lise yıllarım Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı’nın hazırlayıp sunduğu “Stüdyo FM” ile geçiyor. Hafta sonu sabahları en büyük tutkum Stüdyo FM. Program beni dünyada yeni çıkan ama memlekete hiç gelmeyen pek çok albüm ile buluşturuyor. Billboard listelerini bu şekilde takip edebiliyorum. Bazen de sinyali yakalarsam VOA (Voice Of America) yayınından “Casey Casem Top 40” dinliyorum ama yayın çok kötü olduğu için fazla devam edemiyorum. Stüdyo FM yetiyor bana. Başlama sinyalinde boş kasetler hazır, “Record” tuşu basılı ancak “Pause” da. Digital Vu-Metre kayıt sinyalini göstermeye hazır. Böyle kaç kaset doldurdum bilmiyorum.
Yine bu dönemde ödünç bir PHILIPS pikabım oluyor. Hani şu beş – on adet plağı üst üste koyuyorsunuz, sırayla pikabın üstüne düşüp otomatik çalıyor. Dual modeli ahşap kasalı, dahili anfisi var ancak nedense hoparlörü yok. Bu sebeple sahibi tarafından kullanılamadığı için evde yer işgal etmesin diye komşumuz tarafından bana ödünç verilen bu pikap, benim Ankara’nın meşhur elektronikçiler pasajının bulunduğu “Konya Sokak”tan aldığım iki adet hoparlörü marangoza ölçülerini vererek kestirdiğim sunta kutulara monte ederek yaptığım kolonlar ile hayat buluyor. Ancak pikabın iğne vb. kalitesi düşük olması ve ayrıca dinlediğim türlerde plakların kolay bulunmadığı, bulunanın da pahalı olması sebebiyle bir süre sonra ben de odada yer işgal etmesin diye kolonlarla geri veriyorum. Böylece komşumuzun “çalan” bir pikabı oluyor ve çok seviniyor. Ama benim aklıma da pikap bu şekilde girmiş oluyor.
1980 lerin ortasına doğru Amerika’da “Boombox” denilen ancak biraz daha hallice ve bizde de “Stereo Radyo-Teyp” olarak bilinen çift kasetli, ekolayzerli, hoparlörleri ayrılabilen muhtelif ebatlarda ve özelliklerde omunuza alıp taşıyabileceğiniz türden teyplerim oluyor ama hiçbirinin sesi bana yetmiyor. Hepsine ilave hoparlörler, kolonlar yaparak sesi bir kademe daha iyileştirmek derdindeyim. Konya Sokaktaki elektronikçiler pasajı ikinci adresim. Konya Sokak seferlerimden birinde, artık sesi ilave hoparlörler ile iyileştirme çabalarımdan vazgeçip, o dönem pasajdaki dükkanlar arasında çok popüler olan markası belli olmayan ama modeli “STK-500” diye geçen güya “zero distortion” diye satılan hazır baskı devre amplifikatör ve yan elemanlarını satın alarak bu kez kendi anfimi yapmak üzere farklı bir yola giriyorum. Anfiyi “Floresan tüp içinde ledli logaritmik bir Vu-Metre” ile görsel olarak süsleyeceğim. Ayrıca o dönem yabancı dergilerdeki reklamlarından çok beğendiğim YAMAHA anfilerin silver modeline uygun potlar ve kasa ile tamamlıyorum. İki adet 2 yollu, ama bu kez marangoz işi olmayan hazır sunta kutuya uygun hoparlörleri monte ederek ilk kez kendi sistemimi yapıyorum. 2 X 40 watt gücünde stereo bas, tiz ve balans ayarı olan bu anfiye kaynak olarak radyo teypleri bağlıyorum.
Bu arada 1981 senesinde babamın Avusturya’dan getirdiği SONY WALKMAN WM-II o zamana kadar sahip olduğum en iyi sesi veren cihaz oluyor. Artık sadece evde değil heryerde müzik dinleyebiliyorum ve okulda acayip havam oluyor. Çünkü o dönemde verdiği posterlerden dolayı resimlerine bakıp takip ettiğimiz Alman BRAVO ve POP ROCKY dergilerinden birinde röportajı yer alan NENA elinde aynı walkman’i tutarak poz veriyor.
Yıllar geçtikte yabancı albümlerin Türkiye baskısı plakları çoğaldı ve fiyatları makul hale gelmeye başladı. Bir süredir aklımda olan pikap isteğim artık piyasa araştırmasına dönüşüyor. Babamın bir tanıdığı vasıtasıyla bir TEAC P-50 model pikap alıyoruz. Tesadüfen aynı yerde satılan plaklar arasından pikap ile beraber 5 adet de orijinal plak alıyoruz. “Supertramp – Crime Of The Century”, “Alan Parsons Project – Turn Of A Friendly Card”, “John & Vangelis – The Friends Of Mr.Cairo”, “Moody Blues – To Our Children’s Chidren’s…” ve “Foreigner – Records” orijinal plakları böylece eve giriyor.
1980’lerin ikinci yarısı. ÖSS vb. saçmalıkları sebebiyle hatalı tercih sıralaması yaptığımdan dolayı sırf açıkta kalmamak için yazdığım İTÜ Çevre Mühendisliği’nde bir sene okuduktan sonra Hacettepe Jeolojiye geçiyorum. İstanbul’da dedemde kaldığım için evdeki müzik sistemimden, plaklarımdan ve kasetlerimden uzak kalıyorum. Ama İstanbul’da o dönem çok popüler olan “Doğubank”daki kat kat müzik setlerinin satıldığı “Spotçu” tabir edilen dükkanlarda pek çok model ve marka pazarlık edilmek suretiyle satılıyor. Bunları görünce artık iyi bir anfi gerekir diye aklıma yazıyorum. Ankara’da da bu kadar fazla olmasa da spot mağazaları açılmış. Hatta pek çoğu yurtdışı permisi ile Alman Mark’ı üzerinden satış yapıyor. Okulu ve dersleri yoluna koyup düzenli müzik dinlemeye başladığımda Spot mağazalardan birinde görüp beğendiğim ilk TECHNICS anfimi ki aslında bu bir “Receiver” çünkü entegre radyosu da var, Alman Mark’ı üzerinden alıyorum. Sesi iyidir herhalde ama benim el yapımı hoparlörler bunun karşılığını pek vermiyor. Haydi bakalım yine harçlıklar biriktiriliyor. Kısa süre sonra bir çift orijinal Danimarka yapımı JBL LX800 bass reflex tower hoparlör sisteme dahil oluyor. Bugün bile kullandığım bu hoparlörler aldığım en iyi Hi-Fi bileşeni oluyor. Her biri neredeyse 25 – 30 kilo olan bu hoparlörleri, asansör olmayan binamızın 4. katında bulunan evimize nasıl çıkarttığımı bir ben, bir de sevgili arkadaşım Gökhan bilir. Ama ses bir anda beklentimin de üzerine çıkıyor 4 katın yorgunluğu uçup gidiyor.
TEAC pikap, TECHNICS anfi ve JBL hoparlörler ile birleşince, plaklar da artık baskı kalitelerini kulaklarıma “duyuruyor”. Tabii bu arada metresi 5 dolara aldığım hoparlör kablolarını da unutmamak lazım. Bu sisteme bir süre sonra yine aynı mağazadan iddialı bir pazarlık ile TECHNICS çift kasetli “4 motor – 4 kafa” bir Kaset Deck ilave ediyorum. Gitti yine biriktirdiğim harçlıklar. Babam en büyük finansörüm. Bu kaset deck ile pek çok arkadaşıma plak kaydediyor, kendime de walkman’imde dinlemek için plaklardan karışık kasetler yapıyorum.
1990’ların başında piyasaya çıkan ve giderek yaygınlaşan CD’ler bir süre sonra piyasayı ele geçirince, plaklar artık basılmaz hale geldi. Bu durum beni bir CD çalar arayışına sokuyor. Ankara Spotçular, İstanbul Doğubank derken güzel bir SONY CD Player deck ile digital ses dünyasına dahil oluyorum. Ses plağa göre daha keskin ve yüzeysel olsa da kullanım kolaylığı gerçekten çok rahat. Tabii bu da tüketimi teşvik ediyor. İlk kez albümlerden sevmediğim şarkıları atlayarak veya sevdiğim şarkı sıralamasını programlayarak dinleme yapıyorum. ilk başta hoş ve kolay geliyor ama bence albümün ruhuna aykırı bir olay. Albümlerdeki şarkı sıraları sanatçı tarafından belli bir düşünce ve konsept sistematiğine göre düzenlendiği için bu ruhu yakalayamıyorsunuz şarkı sıralarını değiştirdiğinizde veya atlamalı dinlediğinizde.
Bir sene İTÜ, bir sene Hacettepe hazırlık, bir sene de uzattığım için Üniversite hayatım 7 yıl sürdü. Alt ve üst sınıflardan karışık ders aldığım ve başka bölümlerden de Durul Gence’nin “İnsan, Müzik ve Jazz” dersleri başta olmak üzere müzik ile ilgili çeşitli derslere katıldığım için müzik ile ilgilenen çok arkadaşım oldu. Üniversitenin son yıllarında 3 arkadaş plak ve CD arşivimizi birleştirerek kayıt yapmaya ve biraz para kazanmaya başladık. Müdavimlerimiz bile oldu. İşler iyi gidiyordu ki hazır kasetler çıktı ve telif yasası yüzünden kayıt işini bırakmak durumunda kaldık. En azından bu cihazların masrafının bir kısmını bu şekilde çıkartmış oldum.
Üniversiteden mezuniyet, askerlik, iş arama dönemi derken, 1995 yılında başladığım profesyonel iş hayatıma, 1999 yılında evlenerek ve akabinde İstanbul’a tayin edilerek devam ediyoruz eşimle. İstanbul henüz değil ama ileride Hi-Fi konusunda bana müthiş alternatifler sunacak. TEAC pikabın, iğnenin eve gelen yardımcı hanım tarafından kullanılmaz hale gelmesi ve artık sıcaktan eriyen ve metal diske yapışarak devri düşüren ve tuhaf bir ses çıkaran, üstelik bulunamayan lastik sorunu sebebiyle değişmesi şart oldu. Öyle bir dönem ki, plaklar bitmiş, CD almış yürümüş, pikap bulmak mümkün değil. Sadece DJ pikapları var ama onlar da çok pahalı. Bu şartlar altında plaklarımı dinleyebilmek için bulduğum ilk sıfır pikaba meyl ederek bütçeye uygun bir PIONEER pikap alıyorum. Bir süre kullandığım bu pikap TEAC dan sonra beni hiç cezbetmiyor. Nedense devir bana hızlı geliyor. Kulağım rahat değil. Derken onun da iğnesi bir kazaya kurban gidiyor ve pikap elimde kalıyor. “İlahi” işaret diyerek bir süredir aklımda olan DJ modeli yani direk motordan çevirmeli (Direct Drive), lastiksiz pikaplarda şansımı denemeye karar veriyorum. Bütçeyi zorlayıp efsanevi “TECHNICS 1210 MK5” ve “STANTON 500 MKII” curve iğne ile yoluma devam ediyorum. Pikabı aldığım yerden Suadiye’deki eve getirene kadar canım çıkıyor. Sadece gövde 13 kilo, ambalajı ile birlikte 20 kilo var herhalde. Hemen kurulumu yaparak iğneyi monte ediyorum. Basınç, kol, açı değerleri, skating, anti-skating vb. (bu ayarlar daha basit olarak TEAC da da vardı) ayarlarını yaptıktan sonra dinlemeye başlıyorum. Müziği mi dinliyorum, pikabı mı seyrediyorum belli değil. Kırmızı ışıklı devir tablası çok hoş görünüyor loş ışıkta.
1210 MK5 güçlü bir pikap, DJ türü pikapların “Rolls Royce”’u olarak lanse ediliyor sektör dergilerinde. LX800’ler güçlü hoparlör. Bu ikili artık bir “receiver” yerine güçlü bir anfiyi hak ediyor. Yine “Solid State Integrated” bir anfi istiyorum ama bu kez “Dual Mono Block” yapıda güçlü mü güçlü bir PIONEER olsun deyip amfimi yeniliyorum. Güzel oldu. Artık bu sistem beni epey idare eder.
Sistemi uzun yıılar kullandım. Öyle ki, bir süre sonra sıcak ve rutubetten ve de çok kullanmaktan JBL’lerin bas hoparlörlerinin lastik körükleri eridi ve döküldü. Peki bu hoparlörler nasıl bulunur? Araştırıyorum ve JBL hoparlörlerinin ithalatçısını buluyorum. Beşiktaş Levazım tarafında, bulunması zor bir yerde ama sora sora buluyorum. İlk imaj hayal kırıklığı, tuhaf bir dükkan. Görevliye derdimi anlatıyorum, yanımda götürdüğüm bas hoparlörü gösteriyorum. Gülüyor ve nasıl bu hale geldi diye soruyor. Evde müzik hiç susmuyor ki, hoparlör ne yapsın diyorum. Burası aslında o dönemde sinemalarda yeni kullanılmaya başlayan 5.1 surround sistemler için JBL hoparlör ithal eden ithalatçı firma. Yani bizim bildiğimiz anlamda müzik hoparlörleri değil ithal ettikleri. Ama yine de ilgileniyorlar ve aynı hoparlörden 2 adet sipariş ediyorlar. Yaklaşık 1 ay kadar müziksiz kaldıktan sonra hoparlörler geliyor. Müzik evde yeniden çalmaya başlıyor.
BÖLÜM 2 : HER ŞEY HAYAL KURMAKLA BAŞLIYOR
Bu sistemimi uzun yıllar kullandım. Bu arada teknolojiler ilerliyor yeni jenerasyon cihazlar piyasaya çıkıyor, Hi-End gibi yeni kavramlar hayatımıza giriyor. İstanbul’da da yeni Hi-Fi / Hi-End dükkanları açılıyor. Hi-Fi Choice, What Hi-Fi gibi dergilerden takip ettiğimiz ürünleri, artık yeni açılan ve işi sadece Hi-Fi olan profesyonel dükkanlarda da göreceğiz demek oluyor bu. Bunlardan bir tanesi var ki, ürünleri ve “Showroom”larıyla birlikte beni çok etkiliyor. Burası Maslaktaki Extreme Audio. İnanılmaz büyüklükteki mekanda hayatımda ilk kez gördüğüm markaların amiral gemileri olan en üst segment cihazları sergileniyor. Burada bu sistemleri tek tek inceleme, dinleme fırsatınız oluyor. En büyük dinleme odalarından birinde karşımıza çıkan Focal’in dev Utopia Grande’leri eşim ve benim hayallerimizi süslüyor ama onun için önce bir villa almak lazım diye şaka yapıyoruz. Zaten hallice bir ev fiyatı kadar pahalı. Focal markası bundan sonra dergilerde veya karşıma çıkan mekanlarda hep dikkatimi çekiyor.
FOCAL CHORUS 836 V 3-WAY BASS REFLEX FLOORSTANDING LOUDSPEAKER
Focal’in bana olan yan etkisinden midir, Utopia’ların bilinçaltıma yerleştiğinden midir bilmiyorum, bir süre sonra JBL’leri değiştirmek, daha yeni teknoloji hoparlörler ile devam etmek istiyorum. Aslında bu düşüncenin altında yatan sebep biraz da yeni evimize taşınmamız ile ilgili. Yok yok, hemen yeni ev, yeni araba, yeni hoparlör görmemişliği değil benimki. Evimiz yeni yapılan bir site içerisinde ancak öncekinden daha küçük ve 2+1 olduğu için ayrı bir dinleme odası yok. Salonun yarısında oturma grubu ve TV, diğer yarısında ise mevcut sistem var. JBL’lerin bas reflex kanallarının arkada olması sebebiyle duvardan en az yarım metre ileride durması gerekiyor ki iyi ses alınabilsin, ancak salonda buna uygun yeterli alan yok. Duvara yakın duruyor. Böyle olunca da baslardan performans alamıyorum. Ayrıca komşuları rahatsız etmesin diye sesi epey kısmak durumunda kalıyorum. Böyle olunca müziğin detayını alamıyorum hoparlörlerden. Çünkü JBL bu karakterde bir hoparlör değil. Bu da benim için önemli bir ayrıntı. Ses kayboluyor ve bir keyifsizlik oluyor. Tabir yerinde ise sahne oluşturamıyor bu yerleşme düzeni. Vokal ağırlıklı, en düşük ses şiddetinde bile ses detayını verebilen, evdekileri ve komşuları rahatsız etmeyecek yeni jenerasyon bir hoparlör arayışına giriyorum. Focal’ler çok pahalı olmasa aslında aklımdaki marka o, Utopia’dan bahsetmiyorum tabii, fakat diğer modeller de pahalı.
Bir yorum ekleyin