Zarif görünüşüne kanmamak lazım, Phaethon’un etkileyici bir sürüş gücü var. Özellikle Hansen’deki performansı şaşırtıcı, zira çok zor hoparlörler bunlar, öyle her amplifikatörün süreceği türden değil. Sürmek derken ses çıkarmaktan söz etmiyorum tabii ki, her frekansın hakkını vererek çalmaktan, sağlam bir bas performansı, müthiş bir hız ve etkileyici dinamiklerden bahsediyorum. Bu yalın ve zarif görünümlü kasanın içinde kendini aşan bir güç var. Ama bu kadarla kalmıyor, bir yandan sahneyi iğne oyası gibi işlerken, bir yandan da adeta içinde dolaşabileceğiniz boşluklar bırakıyor, hiçbir enstruman diğerine yapışmıyor.
Sunumu birbirinden tamamen farklı üç hoparlörle dinleyince Phaethon’un gerçek becerisi iyice ortaya çıktı. Cantebury’ler yakın mikrofon kayıtlarını hoparlörlerin ön yüzeyi seviyesinde, hatta biraz öne çıkararak çalan bir sunuma sahiptir. Aslında birbirine yaklaştırıp uzaklaştırarak ve açılarıyla oynayarak farklı tonal dengeler, farklı sahne sunumları yakalamak mümkün Canterbury’lerle. Ama yine de genel olarak, müziği hoparlörlerin çok gerisine atan bir sunumları yoktur. Derinliği gerçekçi olsa da, sesi bir yandan da odanın içine doğru uzatan bir sahnesi vardır (ki benim de kişisel tercihim). Phaethon, Canterbury’lerin bu karakterini iyice ortaya çıkarıyor. Yakın mikrofonla yapılmış büyük orkestra kayıtlarında sağda ve solda sahnenin kenarına yakın enstrumanlar odanın içine doğru fırlıyor, ama ziller metrelerce geride vuruyor. Vokaller heykel gibi. En karmaşık tizleri bile hiçbir şekilde karıştırmıyor, zillerden uzayan frekanslar havalarda uçuşuyor. Düşük frekanslar çok derinlere iniyor, ama bir o kadar da kontrollü.
Hansen Prince’in tamamen farklı bir sunumu, çok gerilere uzanan bir sahnesi var. Canturbury’lerde hoparlörle aynı düzlemde beliren vokaller 1m kadar geride ve oradan da daha derinlere enstrumanlar uzayıp gidiyor. Bas artikülasyonu harika, alt frekanslar tıkır tıkır çalıyor (hatta gerektiğindenfazla tıkır tıkır). Canterbury alt frekansları odaya doğru yayar, çiçek açma efekti güçlüdür. Hansen’de ise tüm alt frekanslar kemik gibi olması gerektiği yerde, ancak çiçek açma etkisi zayıf. Tizler pırıl pırıl ve dinamik.
Raidho D3 ise başka bir dünya. Düşük desibelli ama empedansı fazla oynak olmayan bir tasarım. Sürmesi Hansen Prince kadar zor olmamakla beraber, yine de her amplinin harcı değil. Phaethon için hiç sorun değil Raidho D3. Öyle bir bas var ki 30 m2’lik odaya sığdırmak güç. Çok hızlı hoparlörler bunlar, bir çok amplifikatör bu hıza yetişemeyip sesi bulandırabilir, ama karmaşık pasajlarda bile en ufak bir bulanıklığa tanık olmadım. Vokaller Tannoy’da olduğu kadar yüzeyde değil ama çok da geriye atmıyor. Öte yandan sahne derinliği gerçekten etkileyici. Hem öne hem de arkaya doğru bir boyut var. Sahne çok geniş ve yüksek (Canterbury’nin sahnesi de çok geniştir, ama yükseklikte Raidho bir gömlek daha başarılı geldi bana; öyle ki Canterbury’lerin konumlarını yeniden ayarlamak zorunda kaldım). Çok düşük ses seviyelerinde bile bas yerli yerinde ve orantılı duyuluyor. Tizler biraz aşırı, biraz vızıldarmış gibi geldi kulağıma, ancak dinlediklerim çok yeni, henüz yanmamış hoparlörler olduğundan yanlış bir yorum yapmak istemem, o yüzden yüksek frekanslar faslını geçiyorum. D3’te olduğu gibi, ribbon tipi tiz sürücülerin çok geç yandığını biliyorum, birkaç ay sonra yeniden dinleyip yorum yapmak daha doğru olur. Aynı hoparlörleri Munich High End’de dinlediğimde böyle bir izlenimim olmamıştı.
İlginç bir karşılaştırma daha yapma olanağım oldu, Raidho D3’leri bir fasıl da PST-100 mk2-Aelius kombinasyonuyla dinledim. Açık konuşmak gerekirse müzikalite açısından belirgin bir fark duymadım. Sadece, Raidho’lar biraz daha rahatladı, bu rahatlama da doğal olarak sahne ve detayı olumlu etkiledi. Daha geniş bir salonda Aelius’lar daha büyük bir otoriteyle çalacaktır muhtemelen. Backlavas Atina’da Phaethon için; “Aelius’ların %99’u, ama daha az güçlüsü, pre katı zaten PST-100 mk2’yle aynı topoloji” demişti, hiç de haksız değilmiş. Hatta Canterbury gibi yüksek hassasiyette hoparlörler için Phaethon’un daha iyi bir seçenek olduğunu bile söyleyebilirim.
Phaethon, birbirinden tamamen farklı sunumları olan üç hoparlörün kendine has tüm özelliklerini, tüm günahları ve sevaplarıyla açığa çıkardı. Sonradan yazdıklarıma dönüp baktığımda, Phaethon’dan ziyade üç farklı hoparlörün değerlendirmesini yapmışım gibi geldi. Olumlu bir durum bu, zira belirgin bir karakteri olmayan, çok dinamik, kelimenin tam anlamıyla şeffaf, müziğe burnunu sokmadan çalan bir entegre amplifikatör Phaethon. Cüssesinden beklenmeyecek kadar derinlere inebilen, kontrollü bas performansı birçok amplifikatöre örnek olabilecek nitelikte. Belli ki Demetris Backlavas, yalnızca yerleşik odyo trendlerini değil, azgın atları kontrol edemeyen Phaethon mitini de tepetaklak etmiş. Ypsilon’un bütün ürünlerinin ortak özelliği olan müthiş sahneleme becerisi, enstrumanlar arasındaki espaslarları olduğu gibi aktarma, dinamik kontrastları heyecan verici bir ustalıkla ortaya koyma, duygu, müzikalite, hepsi Phaethon’da mevcut. En önem verdiğim konuda, enstrümanların hakiki tınılarını yansıtma becerisinde ise Phaethon’a (ve dinleme fırsatı bulduğum tüm Ypsilon ürünlerine) meydan okuyabilecek çok az cihaz tanıyorum.
Şimdi biraz da olumsuz yanından bakalım konuya. Her şeyin başında çok iyi bir güç kablosuna ihtiyaç var. Ben kendi evimde çoğu dinlemeyi Sablon Audio’nun Corona Reserva’sıyla yaptım. Farklı bir sistemde StageIII Kraken ile dinlediğimde ise etkileyici bir farka tanık oldum. Corona Reserva fiyatına göre bayağı iyi bir kablodur; ama Kraken başka bir şey. Tabii fiyatı da öyle, Corona Reserva’nın dört katından fazla (öte yandan evdeki tüm kablolamanın Sablon Audio olmasının getirdiği sinerjiden midir bilemiyorum, Kraken karşısındaki zaaflarının çoğunu kendi sistemimde duymuyorum). Phaethon’un yanma süresi 600 saat. İlk 50 saat parlak tizler ve biraz kasarak çalan alt frekanslar moralinizi bozabilir, ama 200 saatten sonra birçok şey yerli yerine oturuyor, ondan sonra da iyileşmeye devam ediyor. Tercihan bekleme modunda bırakmak lazım, ısınıp gerçek performansını göstermesi epey zaman alıyor. Tabii bir de fiyat konusu var. Entegre amplifikatör için birçok kimsenin çok yüksek bulacağı bir fiyat kategorisinde, ama performansına tanık olduktan sonra pahalı demek gerçekten haksızlık olur. Bütün mesele pre-power önyargısını yıkmak. İşin aslı şu ki, iyi tasarlanmış bir entegre amplifikatörün pre-power kombinasyonlarından daha kötü çalmasını gerektirecek hiçbir neden yok. Ara kablo etkilerinden ve maliyetinden kurtulmuş olmak da cabası. Ama her şeyin ötesinde Phaethon’un en tehlikeli özelliği, insanda bağımlılık yaratması. Aslında bu tehlike tüm Ypsilon ürünlerinde var. Pre-power saplantınız yoksa ve günün birinde her frekansıyla sadece müziğe hizmet eden, uzun yıllar tutkuyla bağlanacağınız bir entegre amplifikatöre sahip olmayı hayal ediyorsanız, mutlaka dinleyin derim. Ha bir de, hoparlörlerinizin zaaflarıyla yüzleşmeye hazırsanız.
Phaethon, Atina Akropolisinin eteklerinde doğmuş bir yıldız. Müziğin, insanın içini aydınlatan ışığını olduğu gibi yansıtan, yerleşik algıları tepetaklak eden artizan bir cihaz. Demetris Backlavas’ın, elektroniği sanata dönüştüren zekasının ürünlerinden sadece biri.
Not: Müzikten hiç söz etmediğim, fazlaca teknik bir inceleme yazısı yazdığımın farkındayım. Ancak, aynı amplifikatörü farklı hoparlörlerle dinleme olanağı bulunca fırsatı kaçırmak istemedim. Bir de albümlerden söz etseydim, yazı çok uzayacaktı. Ypsilon CD çalarla ilgili inceleme yazımda bunu telafi edeceğim.
Also available in English. Click here for English Edition
Ahmet Kip
Ypsilon Phaethon
Output Power Before Clıppıng 110ms @ 8 Ohm 160ms @4 Ohm Bandwıdth 11hz -75Khz -3db Output Impedance 0,5ohm Input Impedance 47 Kohm Gaın X60 Inputs 3 Rca +1 Xlr Unbalanced Power Consumptıon 125w @ İdle Dımensıons 400x185x425 (W X H X D)Mm Weıght 35 Kgr
Fiyat: 18.000 Euro (KDV Hariç)
Temsilci: AudioAVM / www.audioavmhighend.com
Bir yorum ekleyin