İyi Bir Müzik Sistemi İyi Ses İçin Yeterli Mi?

İYİ BİR MÜZİK SİSTEMİ İYİ SES İÇİN YETERLİ Mİ?
Kayıt tekniklerinin ve dinleme koşullarının duyduğumuz ses üzerine etkisi

Bazı odyofiller sahip oldukları değerli müzik sistemlerinden birazcık daha iyi ses alabilmek ümidiyle, başkalarına tuhaf gelecek yöntemler ve çözümler için ciddi paralar harcar. Hoparlör kablosunu yere değdirmeyen ayaklardan, CD’lerin statik elektriğini boşaltan aparatlara, pikap iğnesinin üzerindeki titreşimleri yutan egzotik taşlardan, kablolardaki manyetik alanları engelleyen mıknatıslara kadar çeşitli ürünlerden bahsediyorum. İyi ses için bu kadar ümitsizce çaba sarfeden odyofiller, işin esas belirleyici olan noktasına, yani dinlediklerin müziğin asıl şekillendirilmesine sadece seyirci – daha doğrusu, dinleyici – kalmak zorundalar. Kayıt sürecinin kendisinden bahsediyorum.

Bugünün imkanları ile bir müzik enstrümanının sesini enstrümana sadık olarak kaydetmek teknik olarak çok zor bir iş değil. İster analog ister dijital bir kaynaktan olsun, bu sesi tekrar önümüzde canlandırmak da uzay teknolojisi gerektirmiyor. Buna rağmen, önümüzde duran güzelim müzik sistemimizde bazı kayıtlardan çok keyif alırken bazılarını dinlerken yüzümüzü buruşturuyoruz.

Dinamik sıkıştırma, 24 bit kayıt, 180 gram plak vs. ikincil teknik detaylara hiç girmeden gelin işin doğasına kaynağında bir bakalım. Her şey mükemmel olsa bile fizik kanunları gereği, nasıl farklı sonuçlar alınabileceğini irdeleyelim ve özellikle büyük bir orkestranın sesini kaydetmek söz konusu olduğunda tek bir doğru yöntemin neden olamayacağını görelim.

Sesin kendisi ve bize nasıl ulaştığı veya ulaşamadığı ile başlayalım. Nihayetinde, konu sesi duyabilmekten başka bir şey değil.

Bir yağmur fırtınasının ortasında kalıp çok yakınınızda bir şimşek çakması veya yıldırım düşmesi yaşadıysanız böyle muazzam bir doğa olayının çıkardığı sesi kolay kolay unutamazsınız. Çok yüksek bir “kırbaç gibi şaklama” veya keskin bir “şraak” sesidir duyduğunuz. Dört yıl önce, bir yaz yağmuru fırtınası sırasında evimizin yakınındaki GSM verici kulesine yıldırım düşmüştü. Çıkan sesin yüksekliği ve keskinliği inanılmazdı. Oysa fırtına uzaklaştığında, yıldırımlar bizden uzaklarda çakmaya başladığında duyduğumuz şey sadece boğuk bir gümbürtüdür.

Kaynağında çok keskin olan bir ses araya mesafe girince neden boğuk bir gürültüye dönüşüyor? Bildiğiniz gibi, sesin enerjisi içinde yayıldığı hava tarafından soğurulur. Bu yüzden kaynağından uzaklaşan ses yavaşça azalır ve en sonunda duyulmaz olur. Ancak hava bütün ses frekanslarını eşit olarak soğurmaz. Frekansı 2 kHz’den yukarı olan sesler kademeli olarak daha fazla sönümlenir. Bu yüzden tiz sesler daha hızlı bir şekilde azalırken bas sesler daha uzak mesafelere ulaşır. Bu süreçte başka etkenler de devrededir. Soğuk havada sesler sıcak havaya göre daha hızla azalır çünkü soğuk hava daha yoğundur, sese engel olur. Benzer şekilde, kuru hava sesleri daha çok sönümlendirir çünkü nemli havanın yoğunluğu daha azdır, kaynayan çaydanlığın ucundan çıkan buharın her zaman yükseldiğini hatırlayın.

Bütün bu etkiler uzun mesafede ve açık havada çok net hissedilirken müzik dinleme mesafesinde işler mi? Belki inanmayacaksınız ama evet işler. Hemen önünüzde bir keman çalınacak kadar şanslı olduysanız eğer, enstrümanın sesinin nasıl keskin ve berrak olduğunu hissetmişsinizdir. Öte yandan, bir konser salonunun ortalama bir konumundan – mesela sahneye 25-30 metre mesafeden – kemanın sesini dinlediğinizde enstrumanın sesinin yüksek frekanslarının çok daha azalmış olduğunu hemen farkedersiniz. Hatta diyebilirim ki, kemanı sadece kendinden belirli bir mesafedeki sahneden dinlemiş olanlar enstrümanın çıkardığı özgün sesi hiç duymamışlardır. İşin matematiğine değinmiyorum ama meraklılar biraz araştırırsa bütün bu bahsettiklerimin matematiksel olarak nasıl hassas bir şekilde modellenip, hesaplanabildiğini bulabilirler. Bu sıkıcı detaylara girmeden, biraz görsel veri üzerinden konuşmak adına www.sengpielaudio.com sitesinden aldığım şu tabloyu sunuyorum.

Gördüğünüz gibi, sadece 30 metre mesafede bile 2 kHz’den yukarı seslerin azalma, sönümlenme oranındaki artış çok bariz.

Bütün bunlardan bir de tuhaf sonuç çıkıyor, rahat bir ortamda dinleyelim diye klimalar ile nemi azalttığımızda sesteki bozulma da artıyor. Yani, bir konser sırasında yerimiz biraz arkalardaysa nemli havada terlemeye razı olmak, niye klimalar çalışmıyor diye şikayet etmekten daha doğru bir seçenek!

Gelelim bütün bunların evimizde müzik dinlediğimizde ne anlam ifade ettiğine. Hoparlörler ile aramızdaki mesafe çok kısa olduğundan şu ana kadar bahsettiğimiz fiziksel etkiler minimum seviyede olacaktır. Yine de, obsesif bir şekilde mükemmelin peşinden koşuyorsak hoparlör kablolarını yere değdirmeden tutmak yerine gerçek fiziksel, ölçümlenebilen, hesaplanabilen bu koşullar üzerine kafa yormak daha mantıklı olabilir. Yaz sıcağında iyi bir dinleti öncesinde klimanızı kapatıp, rutubetli havada terlemeyi göze alarak daha ideal sese ulaşabilirsiniz!

Kontrol edemediğimiz koşullara geri dönersek, yukarıdaki bilgiler ışığında özellikle senfonik müzikte neden bazı kayıtları daha fazla tercih ettiğimizi yorumlayabiliriz. Büyük bir orkestranın yorumunun kaydedilmesi söz konusu olduğunda iki yöntemin farklılığı belirleyici oluyor.

Bütünsel tarz diye adlandırabileceğimiz birinci yöntemde mikrofonlar belirli bir mesafeden orkestranın çevresine ve üzerine yerleştirilir. Bu şekilde, konser salonundaki dinleyicinin duyduğu tarzda bütünsel bir ses kayıt edilir. Tek tek enstrümanların hemen belirgin olmadığı, toplam sesin ön plana çıktığı tarzdır bu. Diğer alternatifi analitik yöntem olarak adlandırabiliriz. Burada, enstrümanların veya belirli enstrüman gruplarının hemen önlerinde çok sayıda mikrofon vardır. Böylece bütünsel bir ses değil, tek tek çalgıların net bir şekilde seçilebildiği ve seslerinin hemen yanlarında dinliyormuş gibi berrak olduğu bir kayıt söz konusudur.

Avrupa orkestralarında, mesela Berlin Filarmoni’nin kayıtlarında genellikle birinci yöntemi algılarız. Amerika’da, özellikle Minnesota Orkestrasının pek çok kaydında ise ikinci yöntemin tercih edildiğini görüyoruz. Bu metod sayesinde akustiği ne kadar iyi olursa olsun bir konser salonunda asla duyamayacağınız berraklıkta bir sesi evinizde yaşayabilirsiniz.

En başta değindiğim gibi, bu iki yöntemden birini daha doğru diye seçebilmek pek mümkün değil. Tamamen kişisel bir tercihtir bahsettiğimiz. Her iki tarzda kaydedilmiş çok iyi ve çok kötü albümler bulunabilir. Bütünsel kayıtlarda kayıt yapılan salonun akustiği de belirleyici olmaya başladığından iş biraz daha karmaşıklaşabiliyor. Berlin Filarmoni’nin enfes bazı yorumları salonlarının sorunlu akustiğinin kurbanı olurken Amsterdam Concertgebouw orkestrası, salonlarının mükemmel akustiğinden sonuna kadar faydalanıyor.

İşin özünü vurgulamak gerekirse, büyük bir orkestranın evimizde duyduğumuz sesindeki en belirleyici etkenin kayıt tekniği olduğunu söyleyebiliriz. Tarz olarak analitik kayıtlar hoşumuza gidiyorsa, ne kadar iyi olursa olsun bütünsel bir kayıdın sesi bize çok zevk vermeyecektir ve bunu yazının en başında bahsettiğim muhtelif oyunlarla değiştiremeyiz. Tersi de aynı şekilde geçerli.

Az sayıda enstrümanın bulunduğu kayıtlarda, oda orkestraları veya jazz grupları söz konusu olduğunda analitik yöntem daha çok karşımıza çıkıyor. Tabii, burada da her şey göründüğü kadar basit değil, kendi içinde farklı kayıt teknikleri sözkonusu ama bu da belki başka bir yazının konusu olur.

Aykut Turhan
Yazarın kişisel sitesine erişmek için tıklayınız