George’un evindeki sistem, pikap hariç (o konuya birazdan geleceğim) tamamen Ypsilon tasarımı. Dijital ses kaynağı Ypsilon CDT-100 CD okuyucu (transport olarak kullanılıyor) ve DAC-100 D/A dijital-analog dönüştürücüden oluşuyor. Sistemde iki adet (ana hoparlörler ve sub’lar için ayrı ayrı) PST-100 Mk.2 pre-amplifikatör var. Ana hoparlörler SET-100 Ultimate monoblok güç amplileriyle sürülüyor; sub’lar ise Aelius monobloklarla. Hoparlörler ve sub’lar bu sistem için Ypsilon tarafından özel olarak geliştirilmiş, başka bir örneği olmayan tasarımlar. Ana hoparlörlerde 4 adet sürücü ünite var. Tiz ünitesi yine Ypsilon tarafından özel olarak geliştirilmiş, trafolu bir ribbon tiz sürücü. Tamamen kapalı kutu prensibiyle çalışan hoparlörler bunlar. Gövde kompozit bir malzemeden yine özel olarak üretilmiş.
Sub’larda ise iki sürücü ünite bulunuyor. Ahşap kasalı ve önden port’lu bir tasarım. Ana hoparlörlerle sub’lar arasında Demetris’in tasarladığı bir aktif geçiş ünitesi (crossover) var. Unutmadan, tüm elektronikler gümüş sargılı trafolarla üretilmiş özel versiyon.
Gelelim analog faslına. VPS-100 fono pre ve iki adet MC yükseltici trafo eşliğinde, analog meraklıları için tam anlamıyla fetiş bir pikap: Thorens Prestige. Thorens bu pikabı kuruluşunun 101. yılında sınırlı sayıda, sadece 101 adet üretmek niyetiyle piyasaya sürmüştü. Fakat daha sonra sadece özel sipariş olarak üretime devam etti ve son Prestige’i de 1993’te sahibine teslim etti. O tarihteki fiyatı 15.000 USD imiş, onu da internette araştırırken buldum. Pikabı çok iyi tanımama rağmen fiyatını hiç merak etmemiştim o zamanlar. Eh ne de olsa hepimiz analogun bittiğinden emindik, çoğumuz elimizdeki pikapları biraz nostaljik nedenlerle, biraz da o güne kadar biriktirdiğimiz plakları dinlemek maksadıyla tutuyorduk. George’un bu pikaba sahip olması da tamamen rastlantı. Atina’da bir yerde karşısına çıkıvermiş, uzun yıllar kullanılmamış, tozlu bir halde bir köşede duruyormuş. Almaya talip olmuş, sahibi belli ki değerini biliyor, 15.000 Euro istemiş, George da itiraz etmemiş. Pikap, 500 Euro’luk bir bakımın ardından ilk günkü gibi çalışmaya başlamış. Etkileyici bir görünüşü var, tam anlamıyla endüstriyel sanat eseri.
Üzerinde iki kol takılı: Kuzma Air Line ve Fidelity Research FR-64. İkisi de çok yüksek klasmanda kollar, ama ben daha çok FR-64 ile ilgilendim (Kuzma’nın yağ pompası arızalıydı, ilgilensem de anlamı olmayacaktı). Fidelity Research Inc. 1964’te Isamu Ikeda tarafından kurulmuş, 1985’e kadar faaaliyet gösterip kapanmış bir firma. Dijital devrim kurbanı yani. Isamu Ikeda’nın ürettiği bütün kollar, özellikle de FR-64S dönemin odyofilleri arasında efsaneydi. Ikeda San, yıllar sonra plağın yeniden doğuşuyla birlikte kendi adını verdiği Ikeda Sound Labs.’i kuruyor, kol ve kartuş üretimine yeniden başlıyor. Ikeda IT-407 kullanıcısı olarak, ister istemez Fidelity Research FR-64’e karşı bir sempatim var. Hatta evvelki yıl temiz bir tane edinebilmek için epey araştırma yapmıştım, hiç kullanılmamış bir FR-64 de buldum bulmasına; ama malum, Türkiye’ye getirtmek çok meşakkatli bir iş, bu hevesimden vazgeçtim. Şimdi bu efsane kol, üzerinde Shelter kartuşla karşımda duruyordu.
Pikabın diski üzerinde Shelby Lynne’nin Just a Litele Lovin’i… ve hepimiz, iğnenin plağın üzerine inmesini heyecanla bekliyorduk.
Nasıl bir beklenti içinde olur insan böyle bir sistemin karşısında? Çok sistem dinlemişliğim var dünyanın çeşitli yerlerinde. Çoğu high-end mağazalarında, bazıları da birilerinin evlerinde. Sonra Münich High End’de milyon doları aşkın sistemler duymuşluğum var. Magico Q7 ve Solution 701’ler mesela. Ya da Kondo ile sürülen efsane hoparlör Living Voice Vox Olimpian. Hepsi çok etkileyici sistemlerdi, beklentim de en fazla buralarda dolaşıyordu. Sonunda iğne plağa indi. Ve olduğum yerde kalakaldım.
Ne basların gücünden, ne orta seslerin büyüsünden, ne de tizlerin hızından bahsedeceğim. Sahne, sonik tutarlılık, enstrümanların tınıları ve benzeri odyofil vesveselere de tamah etmeyeceğim. Bütün samimiyetimle söylüyorum, daha önce hiç böyle bir şey duymadım. Oğlum bir hafta kadar önce; “Senin birçok sistem dinlemişliğin var, ben de çeşitli mağazalarda çok pahalı sistemler dinledim, hiçbiri gerçek müzik gibi olmuyor, değil mi?” diye sormuştu, ben de olmuyor anlamında başımı sallamıştım. İlk şaşkınlık anının ardından oğlum kulağıma eğildi; “Oluyormuş baba,” dedi “gerçeği gibi oluyormuş.”
Evet; vokaller, davullar, simballer, kontrabaslar, yaylılar, piyano, hepsi, hemen oracıkta, tüm hacimleri, tüm gerçeklikleriyle odanın içinde çalıyordu işte. Bilinen odyo terimleriyle ifade edilmesi mümkün olmayan, insanı içine çeken, teslim alan bir sahicilik vardı, müzik vardı kısacası, başka da hiçbir şey yoktu. Art arda birkaç albüm dinledik, bir yandan da geçmişte duyup etkilendiğim sistemlerle, hatırlayabildiğim kadar, karşılaştırmaya çalıştım. Örneğin; son Munich High End’de dinlediğim, etkileyici bir ölçekte, çok doğru çalan, herkesin ürkütücü derecede gerçek dediği Magico Q7-Solution 701 kombinasyonu, pek de o kadar ürkütücü derecede gerçek değilmiş. Magico çok geniş bir salonda dinleti yapmıştı ve ölçek buradakinden daha etkileyiciydi doğal olarak, ama müptelası olunacak bir ses miydi dinlediğim, pek emin değilim. Teknik olarak doğru çalan bir sistemin, çoğu zaman duygusal anlamda etkileyici olmasını beklememek lazım. (Canlı müzik deneyimi bambaşka bir şeydir. Enstrümanların sahnedeki yerleşimi, odaklama, detay ve benzeri odyofil kriterlerin canlı performansla ilgisi pek zayıftır.) George Heropoulos’un evinde dinlediğimiz sistem, şu ana kadar sıraladığım (ve burada sıralayamadığım) tüm odyofil kriterleri fazlasıyla karşılıyor karşılamasına, ama bunların hiçbirinin farkına varmıyorsunuz. Hani çok bilmiş, ukala odyofiller vardır, hemen atlayıp şurası şöyle çalıyor, burası böyle çalıyor diye yorum yaparlar, tam onların çenelerini kapatmak için tasarlanmış bir sistem sanki. Böylesine müzikal çalan bir sistem karşısında analitik dinleme yapmak neredeyse imkânsız, zaten hiç de gereği yok. Tek yaptığımız, hayranlık içinde müzik dinlemek oldu tüm gece. Bir ara George’a dönüp; “Bu sistem bende olsa işe filan gidemem.” dedim. Güldü; “Bazen ben de karşısından kalkıp gidemiyorum.” dedi. George Heropoulos’un evindeki deneyimimizi en iyi özetleyen cümle de buydu sanırım.
__________________________________________________________________________
High-end dünyasını, sesin hakikatine ulaşmak uğruna müziği duymazdan gelmeyi göze alan zengin ve şımarık adamlarla dolu bir tarikata benzetirim bazen; canlı müziğin büyüsünü yeniden üretebilmek için ileri teknolojiden medet uman, kendine has bir terminolojisi olan, içine kapanık, tatminsiz bir cemaat. Mükemmele ulaşmak yolundaki tatminsizliği anlıyorum tabii, ama bu tatminsizliğin maksadından sapmış tezahürlerini kabullenmekte zorlanıyorum. Bu anlamda, ses teknolojisindeki yeniliklerin gerçekten birer ilerleme olup olmadığı sorusu da hep baki kalmıştır zihnimde. Bilimin ve yüksek teknolojinin tüm olanaklarını kullanarak üretilmiş birçok cihazın; stereonun, sahneleme, odaklama, imgeler oluşturma ve bunlar gibi yan etkileri diyebileceğimiz bazı niteliklerini gereğinden fazla öne çıkararak zihnimizdeki algıları değiştirdiği, bu değişikliğin de zaman içinde bizi müziğin hakikatinden uzaklaştırıp müzikle ilgisi gittikçe zayıflayan yepyeni bir gerçeklik alanı oluşturduğu kanısındayım. Bu yeni gerçeklik alanı sektör tarafından medya yoluyla da destekleniyor. Böylece pazara yeni markalar ve ürünler giriyor; bir cihazın en yeni versiyonunu almamış olmak odyofillerde, aslında zırva denebilecek bir pişmanlık duygusu oluşturuyor; böylece cihazlar daha ilk yılını doldurmadan el değiştiriyor ve sistemin çarkları dönüyor.
Öte yandan, sayıları çok olmasa da bir grup müziksever-odyofil, müzikal tatminini 1930’larla 50’ler arasındaki ses teknolojisinde buluyor. Single-ended amplifikatörler, çok yüksek desibelli horn hoparlörler, alan sargılı (field coil) sürücü teknolojisiyle üretilen dev kabinli tasarımlar, marjinal bir kesimin takdirini kazanmaya devam ediyor. Hatta öyle ki, o yıllardan kalma cihazlar elden geçirilip ufak tefek teknolojik revizyonlarla bu muhalif azınlığın evlerinde baş köşeye kuruluyor.
Ben, duygu olarak bu muhalif azınlığa daha yakınım. Ellerinde tabulaşmış doğrulama listeleriyle sistem dinleyen, parçalarla uğraşmaktan bütünü göremeyen çok bilmiş odyofil tiplemesinden hiç ama hiç haz etmiyorum. Bu doğrulama listelerinin, sahne derinliği-genişliği, imgeleme, odaklama, detay, çözünürlük, artikülasyon ve benzeri olmazsa olmazlarından oluşan dünyasını kutsamayı da reddediyorum. Ancak, sistemin reklamlarla, dergilerdeki inceleme yazılarıyla beni çekmeye çalıştığı bu dejenere dünyaya ne kadar mesafeli durmaya çalışsam da, belirli doğruları, epey de cazibesi olduğunu itiraf etmek zorundayım. İyi bir odyo sisteminden beklentim, canlı performansın bütünselliğini ve duygusunu olduğu gibi aktarabilmesi. Ama az önce yan etki olarak tanımladığım bazı niteliklere, abartmadan, dikkati onlara çekmeden sahip olmasını da arıyor kulaklarım. Örneğin, sesin ne kadar geniş bir alana yayılabildiği, ne kadar derinlere uzanabildiği, dinleyiciyi nasıl sarıp sarmaladığı konusunu önemsiyorum. Dikkatli kulaklar fazladan bir çabayla enstrümanların sahnede tam olarak nasıl yerleştiğini, kontrabasın klavyesinin kaç santim uzunlukta olduğunu filan saptayabiliyorsa ne âlâ. İşin bu yanı beni pek ilgilendirmiyor. Hatta nokta atışı odaklama yapan sistemleri, aşırı detaylı sunumları müzikal olmaktan uzak buluyorum.
Bütün bunları şu nedenle anlatıyorum: Ypsilon’un George Heropoulos’un evinde kurduğu, geliştirdiği ve geliştirmeye devam ettiği sistem, tam da benim gibi arafta duranlara hitap ediyor. Modern dünyanın tuzaklarına düşmeden, teknolojinin odyo dünyasına kazandırdığı olumlu nitelikleri, sadece ve sadece canlı performansın duygusuna ulaşmak maksadıyla kullanan, samimi, sahici ve sanatkârane bir çalışma. Hayranlık duymamak elde değil.
Atina Akropolisi’nin eteklerinde küçücük bir atöleyede, kâh mitolojik tanrılardan aldıkları ilhamla, kâh canlı müzik alanındaki bilgi ve deneyimleriyle elektroniği sanata dönüştüren bir avuç insanın yakaladığı başarıya yerinde tanık olmak, hiçbir odyo fuarında dinleyemeyeceğim bir sistemi, George’un konukseverliği eşliğinde dinlemek, tarifsiz bir duygu, müthiş bir ayrıcalıktı. Paylaşmadan edemedim.
Tüm Ypsilon ekibine, George Heropoulos’a ve sevgili Ozan Turan’a teşekkürlerimle…
Ahmet Kip
Bir yorum ekleyin